16 Ekim 2009 Cuma

İtibar

Nâzım Hikmet’e, İade-i itibar edilecekmiş. Sahi kim almıştı ki itibarını elinden koca ustanın...
Afganistan, Almanya, Andora, Angola Arnavutluk, Avusturya, Azerbaycan, Bahama, Bangladeş, Belçika, Beyaz Rusya, Bulgaristan, Burma, Cezayir, Cibuti, Çekoslavakya, Çin, Danimarka, Doğu Timor, Dominik, Ekvator, El Salvador, Eritre, Ermenistan, Estonya, Fas, Fiji, Fildişi Sahili, Filistin, Fransa, Gabon, Gambiya, Gana, Guatemala, Güney Kore Gürcistan, Haiti, Hindistan, Hollanda, Honduras, Irak, İngiltere, İran, İspanya İsrail, İsveç, İsviçre, İtalya, İzlanda, Jamaika, Japonya, Kamboçya, Kamerun, Kanada, Kazakistan, Kenya, Kuzey Kore, Laos, Letonya, Lesoto, Libya, Lübnan, Lüksemburg, Macaristan, Malavi, Malezya, Mali, Malta, Moldova, Moritanya, Mozambik, Namibya, Nauru, Nepal, Nikaragua, Nijerya, Norveç, Orta Afrika Cumhuriyeti, Özbekistan, Pakistan, Peru, Polonya, Portekiz, Romanya, Rusya, Ruanda, Samoa, San Marino, Senegal, Sırbistan, Singapur, Somali, Slovenya, Sudan, Surinam, Suriye, Şili, Tacikistan, Tanzanya, Tayland, Tayvan, Togo, Tunus, Türkmenistan, Uganda, Ukrayna, Umman, Uruguay, Yemen, Yeni Zelanda, Yunanistan, Zambiya ve Zimbabwe.

Bu ülkelerde hep itibarlı idi Nâzım. Bana öyle geliyor ki; biz kendi itibarımızı kurtarmaya çalışıyoruz. Ellemeyin, rahat uyusun. O, bu küçük Dünya’nın, Kocaman şairidir.

İTİBAR II
Basından:
İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak Açıkladı; “Türkiye’nin İTİBARINI zedeleyecek bir harekette bulunmadık. Her şey Başbakan Recep Tayyib Erdoğan’la görüştükten sonra gelişti” dedi.

Yine Basından:
02.01.2009 Gazze, Vurulmadan bir gün önce; Türkiye İsrail ile 167 milyon Dolarlık silah anlaşması yaptı. 04.01.2009 Gazze vurulduktan bir gün sonra, Başbakan Yardımcısı Sayın Cemil ÇİÇEK’E sorulduğunda; “Türkiye İTİBARLI bir ülkedir, bu konu ile bağlantı kurulmaması gerekmektedir” dedi.

Yine de Basından:
23.07.2002, İsrail Uçakları Gazze yi vurdu, ölenlerin çoğunluğu çocuklar olduğu belirtilmektedir. Yüzlerce ölü ve yaralı var.
Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan, “İsrail ile 1,5 Milyar Dolarlık silah anlaşması yapılmıştır, Amerika’dan alınan M60-A1, tanklarının modernizasyonu İsrail’de yapılması kararlaştırıldı. Türkiye Bölgesinde İTİBARLI bir ülke konumundadır” dedi.

Atalarımız ne demiş; İTİBAR bitmeyen Servettir.

(6 Ocak 2009)

İnsanlığın Lüzumu Yok - 2

Çakal, ormandan ayrılıp yakın akrabası Kurt’u aramaya koyulur. Kurt’un Aslan ile arası yoktur. Bu yüzden uzun yıllar önce ormanı terk etmiştir. Çakal uzun aramalardan sonra Kurt’un izini bulur.

Çakal; “Alında selam verilecek hayvan değil ama ne yapalım? İt oğlu it, uzaktan akraba oluyoruz ama ne gezer bunun gibilerde akrabalık. Sürüyle gezerler, sürüyle avlanırlar. Her neyse izini bulduk ya, çok şükür. Ne lazım, biraz uzaktan duralım. Derenin öbür kıyısından seslensek fena olmaz. Hey, Kurt kardeş bak buradayım, ben, çakal; yakın akraban, sana güzel haberler getirdim. Yüce kralımız aslan kendisine orman işlerinde yardım edecek birini arıyor. Aklıma hemen sen geldin, koşup haber vereyim akrabama dedim. Tilki denen o süprüntü, olmadık kişilere gider şimdi.”
Kurt; “Yüce kralıymış, yağcı teres. Kim bilir ne fırıldaklar geldi aklına! İkide bir akraba falan deme, hayatın hırsızlıkla geçiyor senin nerden akraba oluyoruz seninle? Tilki soyundan gelme soysuz it. Tilki en azından yaptığını gizlemiyor. Yine, ne fırıldakların var? Anlat bakalım.”
Çakal, olanı biteni anlatır, “Allah bilir, yakında aslan gidicidir. Büyük seçimle Krallığa sen seçilirsin. Sonra bütün orman gelirleri senin olur. Ben de senin yardımcın olurum. Olmaz mı kurt kardeş?”
Kurt; “Git, Aslan’a söyle göreve talibim. Kadromla gelirim. Kimseyi yanıma istemem. Demokratik bir seçim olursa ormana dönerim. Ha! Tilkiye de söyle fazla uğraşmasın aday bulacağım diye! Filler nasıl olsa beni destekliyor, panterlerin oyları da benim sayılır. Ormanı mum gibi yaparız.
Çakal; “Ulan, iyi mi yaptık kötümü yaptık, belli değil. Olsun, Tilki kurnazını sevmiyor ya!
Yeter. Bir de, kimseye eyvallahı yok. Baksana Aslanı bile iplemiyor. Tamam, uyar bu.
Sayın Kralım; Size Orman işlerinde yardımcı olacak birini buldum. Ormana belediye Başkanı yapabileceğiniz tek isim bence O.
Aslan; “Kim? Hem, biliyorsun seçimle bulunacak bu hayvan. Kimse benim korkumdan benim seçmemi istemiyor. Evet, Kim bu?”
Çakal; “Kurttur, Sayın kralım, kurt. Size saygılarını gönderdi. ‘Kralımın takdirlerine mazhar olmak, beni onurlandırmıştır her zaman’ dedi.”
Aslan; “Ulan! Bu Çakal yalan söylüyor, Kurt böyle sözler sarf etmez. Diktir, kimseye eyvallah demez, ne sarı tüylüdür O. Ormandan kovduğumda bile gıkı çıkmadan çekti gitti. Bir kere, filcidir, O. Ama dur bakalım, bu çakalın bir bildiği vardır. Boşuna bu kadar yolu tepmemiştir.
Aslında Kurt disiplinlidir, bu işi iyi de yapar. Gel gelelim Tilki ile arası yoktur. Tamaaam iş anlaşılıyor. Çakalın, Kurt’u neden istediğini anlıyorum. Peki, Çakal kardeş, Kurt’a açıktan bir destek vereceğim ama bu yalnızca ikimizin arasında kalacak.
Çakal; Siz merak etmeyin sayın kralım, Kurtlar vadisinde bile sırrımızı bilemeyecekler. Bak tilki, ben bu Kurt’u Belediye Başkanı yapmazsam Sırtlan olayım. Savulun, Bozkurt geliyor.
Kurtlar Vadisi, Orman. Ah ulan, birde beni dinlese şu Kurt! Ormanı ne güzel idare ederiz.

Yazarın notu:
Geçme namert köprüsünden ko aparsın su seni,
Sinme tilki gölgesinden, ko parçalasın aslan seni.
Bu Azeri atasözünün yukarıdaki hikâye ile güzel bir uyum sağladığını düşündüm ve orijinaline uygun olarak sizlere sundum.
(31 Aralık 2008)

İnsanlığın Lüzumu Yok!

Aslan, yaşlanmış ve yorgun düşmüştür. Artık ormanın her yanına yetişememektedir. Bir gün yardımcısı tilkiyi yanına çağırır.
Aslan; “Bak, ben artık eskisi gibi her işe koşamıyorum. Koca orman, nüfus arttı, bakımdı, temizlikti derken akşam oluyor. Yattığım yeri bilmiyorum, ormanlar kralıyım ama ertesi gün orman ahalisinin karşısında uyukluyorum. Ne önerirsiniz, bay tilki?
Tilki bu, derhal kafasında şimşek hızı ile çare arar ve kendine göre bulur.
Tilki; “Sayın kralım, bilirsiniz ben şehirlere girip çıkarım. Bir tavuk uğruna kaç kez bu canım postu deldiriyorduk. Uzatmayalım, kentlerde hep sabaha karşı çöpleri birilerinin topladığını; koca koca arabalara yüklediklerini izledim. Arabalarda hep o kentin adını taşıyan ‘……BELEDİYESİ’ ile biten yazılar gördüm. Şehrin su ve kanalizasyon işlerini de bunlar yapıyor. Kısacası kralım, insanların her işini hemen, hemen bunlar yapıyor. Bunların başkanına da Belediye Başkanı diyorlar. Biz de, sizin işlerinin azalması için birini buluruz, orman işlerinde size yardımcı olur.
Aslan; “Peki, benim krallığım, benim kanunlarım ne olacak? İktidarımı yitirmez miyim?
Tilki; “Asla, Sayın Kralım. Aksine kuvvetlenecektir. Siz ormanı daha rahat denetleyeceksiniz.”
Aslan; “Bu görevi kim ister ki?”
Tilki; “Sen canını sıkma kralım, bu görev için talipliler birbirini çiğneyecekler. Ben, hemen çalışmalara başlıyorum.”
Tilki, koşarak yakın arkadaşı Çakala varır. Kendi gibi kurnaz olan arkadaşı olayları dinler.
Çakal; “Bu işi iyi organize edersek bir daha hiç çalışmayız, ormanın en güzel yerlerini kendimize ayırırız. İstediğimiz ayağımıza gelir.”
Tilki; “Ama kimi? Dikte edeceğimiz kim var? Bizden kurnaz olmayacak, bizi dinleyecek, bizim sözümüzden çıkmayacak kimi buluruz? Ağır, fazla atak olamayan, dediklerimizi yapacak biri lazım, çakal kardeş. Ayrıca, biz birbirimize kazık atmayacağız tamam mı?
Çakal; “Asla! Ben Tilki kardeşimi kazıklar mıyım? Allah yazdıysa bozsun. Bunları düşünme şimdi. Benim aklıma başkanlık için; Orangutan gelir. Bütün gün ağacın tepesinde uyuklar durur. Sonra Maymun nüfusu oldukça fazladır. Seçimleri kazanma olasılığı en yüksek odur.
İkinci olarak da deve gelir aklıma, onun da fazla bir bilgisi yoktur. Allahın günü geviş getirir. Melül melül bakar insanın yüzüne. Bu ikisinden daha safını bulamayız. Sen ne dersin kardeşim?
Tilki: “Ya ben, daha değişik birini önermek istiyorum. Bataklıktaki timsah tam bu iş için bire bir. Her türlü batak işi anında bitirir. Eh! Bize de böyle bir tecrübeli biri lazım. Yapar, eder oturur bir de gözyaşı döker. Öyle bir götürücüdür ki anlayamazsın koca öküzü kaşla göz arasında kaybeder. İkinci olarak şempanzeyi öneririm; Onun da aşırıcılıkta üstüne yoktur. Oldukça kalabalık sayılırlar ve organize takılırlar.
Çakal, içinden düşünür: “Bu tilki, kafayı mı yedi? Yoksa bunadı mı? Nerede, ormanın en akıllı en sinsi hayvanları var; gidip onları buluyor. Ulan, timsahtan sana kıymık kalmaz, cimri hayvanın tekidir. Kokuşmuş et yiyen sana ne yedirir. Şempanzeler desen hırsız sürüsü, talancı, mafya bozuntuları. Bizim bu tilki ne düşünür? Olmadık işler açacak başımıza. İnsanlığın lüzumu yok. Durduk yerde hata yapmayalım. Aslana parçalanmak var, timsaha yem olmak var. Elin maymunlarının maskarası olamam. Şunun şurasında ÇAKAL diye bir unvanımız var, Madara etmeyelim kendimizi. Oğlum çakal, senin elin yakın akraban olan Kurt’a gider, anlatır durumu. Arkamız biraz kalın olsun değil mi? Gerektiğinde Aslan’a bile posta koyarlar. Kalabalık ailedendir. Ne de olsa. Ulan tilki, yaktım şimdi çıranı. Bekle beni Kurt kardeş, bu ormanın Belediye Başkanı seni yapmazsam bana da Çakal demesinler.
Sonra Tilki’ye dönerek: “Neyse, tilki kardeş yarın görüşürüz. Birden aklıma bir işimin olduğu geldi, Hadi Eyvallah”
Sonraki yazımızda devam edelim mi?

(23 Aralık 2008)

İzlediniz Mi?

Televizyonda Sunucu, haberleri veriyor:
Diyarbakır ve Manisa’da petrol bulundu.
Ekranda ne petrol kuyusu var ne Diyarbakır ne de Manisa…
Ya ne?
El ele, kol kola girmiş adamlar halay çekiyorlar.
Niçin halay çekiyorlar? Petrol çıktı ya!
Kim haber verdi, kim buldu onları hemencecik? Böyle anlar için Nöbetçi Halay takımı mı var? Orası neresi? Diyarbakır mı? Manisa mı?
Aşk olsun, bak oynadıkları oyuna; bul yöresini…

Yer Ankara, Kızılay. Tarih: 24 Kasım 2008 Yoksulluğa Hayır ve Sendikal hareketlerin kısıtlanmaması mitingi.
Ekrandaki Görüntü: Onlarca insan halay çekiyor. Dört Davul, Dört Zurna! Nağme; Âşık Mahsuni’den “Deha Memed emmi” “Çoluk çocuk uyumaz aha Memed emmi”

32 yıl önce:
Tarih: 24 Kasım 1976
Yer: İstanbul, Saraçhane; katılanlar 29 ilden gelen 200 bin işçi Yoksulluğa Hayır ve Sendikalara Özgürlük mitingi.
Ekrandaki görüntü: yüzlerce insan gruplar halinde Halay çekiyor. Davullar, zurnalar yine dörder, dörder vuruyorlar. Nağme: Çoluk çocuk uyumaz aha Memed emmi. Âşık Mahsuni
Çok folklorik bir milletizdir. 32 yılda ne değişti? Hiiç! Söylenen nağme bile aynı kardeşim.

Ve bir anı…
Yer İstanbul, Sefaköy Hisar çatal kaşık fabrikası önündeki grev gösterileri Tarih 1977 ülke çapında greve gidildiği günler
Fabrikanın önü işçi kaynıyor. Pankartlar, Afişler ve Davul zurna ekibi de orada yine.
"Bu İşyerinde Grev Var." İşçi, Fabrikaya Ortak olacak. Hakkımızı alacağız. Hak verilmez alınır. Bunlar gibi yazılı çeşitli pankartlar.
Bir işçinin üzerinde “Grev Gözcüsü” yazılı beyaz bir gömlek, fabrikanın kapısının önünde heykel gibi duruyor.
u arada halaylar çekiliyor. Biri müziğin havasına kaptırmış, halaydan kopmuş gidiyor, ayakkabılar bir yanda. Dönüp bir yazıları okuyorum, bir de yapılanları izliyordum, anlam veremiyordum. Ne yaparsın, çocukluk aklı işte.
O grev gözcüsü, o gün benim kahramanım oldu. Taviz vermeyen duruşu ile kararlı bakışları ile işte, benim işçim bu demiştim.
Herkes gitmişti; fabrikanın kapısında o kararlı duruşu ile günlerce bekledi Grev gözcüsü işçim. Geleni gideni de azalmıştı son zamanlarda. Derken kış şartları geldi çattı. O hiç çıkarmadığı beyaz gömleğindeki yazı da solmuştu. Bir sabah fabrikanın önündeki otobüs durağının önünde bekleyenlere çay dağıtırken görmüştüm. Çok geçmeden küçük bir camekân peydahladı kendine; sıcak poğaça ve çay satıyordu artık. Çadırda kalmıyor, orada malzemelerini saklıyordu. Yakın bir yerlerde bir ev kiralamıştı. Zaten çoğa varmadan büyük bir araba yaptırmış sabahları kahvaltı, öğlenleri ise; arabanın camına yazdığı gibi meşhur köftelerini satıyordu. İlgimi çeken bir şey daha olmuştu. Kendine, çalıştığı fabrikanın adını almıştı. Meşhur Hisar Köftecisi, fabrika hala kapalıydı ama o işini yoluna koymuştu. Vefalıydı demek bizim gözcü. Bir gün, köfte yemek bahanesi ile yaklaştım yanına ve “işte hayatınız” edası ile anlattım izlenimlerimi. Beklediğimin tam aksi bir cevap almıştım.
Gülerek; “Yaşasın Hür Teşebbüs” demişti. Kısa bir süre sonra kayboldu ortalıktan. Köfte arabasını da başkasına devretmiş. Aylar sonra, bir gün gazete manşetlerinde adına rastladım Hisar Pavyonun sahibi öldürüldü yazıyordu. 10 yaşında bir çocuğa vurdurmuşlardı. Yerde yatarken üstünü gazetelerle örtmüşlerdi. Gazetelerin manşetleri dikkatimi çekti. Büyük grev sona erdi yazıyordu. Benim dağ gibi gözcüm yerde yatıyordu. Üstü başı gazete idi ve Haziranda Ölmek zordu.

Yazarın notu: Türkiye’de sendikalar kan kaybediyor. Sendikalar siyasetle içli dışlı oluyor ve toplumsal desteğini kaybetmektedir. 12 Mart 1971 tarihinde yasadan çıkarılan memurlara grev hakkı, 37 yıldır geri alınamadı. 12 Eylül 1980 tarihinde kaldırılan ücret düzenleme hakları 28 yıldır ortada yok. Ve 1967 tarihinden bu yana ufak tefek değişikliklerin dışında çalışanın sağlık sorunları ile kanun değişikliği yapılmamıştır. Peki, bütün bunları kim geri alacaktı? Tabii ki sendikalar. Pekâlâ, bütün bunları 40 yıla yakındır meydanları dolduran çalışanlara anlatan var mı? Yok, Olamaz tabii ki; sendika başkanı işçiler ile halay çekerken şöyle seslenir, “Hakkımızı Alacağız”… İki gün sonra; “10 liradan başlayan saat ücreti pazarlıkları 2 liraya bağlanmıştır”. Vur davulcu davula halaylar çekilsin, isteyen uçurtma uçursun. Tam kırk yıldır, çoluk çocuk uyumaz deha memed emmi. Hiç merak ettiniz mi? Bir sendika başkanı neden ve nasıl oturur otuz yıl o koltukta…
Medya toplumu kandırır, petrol çıktı deyip halay çekenlerin görüntüsünü verir. Sendikalar işçiyi kandırır; bizzat başkanları halay çekerek. Milletçe halaya durmuşuz, biri çıkıp halayı durdursun ya da durdurun dünyayı inecek var.

(14 Aralık 2008)

Nasıl Anlayacaksın Şimdi?

Piri Mehmet Paşa Camiine çarşı kapısından girdiğinizde, solunuzdaki küçük odayı hemen fark edeceksiniz. Eski Müftülük odası bu. Bu oda, tüm seçimlerde seçmen sandık odası olarak da kullanılmaktadır. Çok gariptir ki bu sandığın oy dağılımı hep Türkiye genelini vermiştir. Öyle ki 1982 Anayasası referandumunun Türkiye genelindeki oy oranı ile birebir aynı çıkmış idi.
Seçim sabahları, bazı meraklı vatandaşlarımız gelir, bu sandık odalarının karşısına dikilirler; kim girer, kim çıkar, yüzlerinizden, hareketlerinizden ne yaptığınızı anlamaya çalışırlar. Adamın gözünün içine bakarlar. Bu bakışlarla sizi rahatsız etmeye çalışırlar. Karagözlüklerinin ardından bakar, gözlerini kaçırmanı bekler, suçluluk duygusu duymanı ister. İşine öyle gelir, çünkü o kendi kendini önemser. Korkutarak, adam yerine konmayı bekler. Kara gözlüklü adam.

1982 Anayasasına evet ya da hayır diyeceğiz. İşte bu Müftülük odasında da oy kullanacağız. Odanın ortasında bir paravan, dört bir yanı açık. Köşelerde en az on santim boşluk. Ben boşluktan dışarı bakıyorum; karagözlüklü adam dışarıdan bana bakıyor.
Önümde evet ve hayır pusulaları, elimi uzatıp bekliyorum. Karagözlüklü adam ayak parmaklarının üzerinde yükseliyor. Yok, aslında beni çok iyi biliyor ama “ biliyordum, biliyordum” deyip teyit edecek bilgisini, bizim kurnaz. Elimi biraz daha ileri götürüyorum.
İyiden iyiye meraklanıyor, paravanın açık köşesine biraz daha yaklaşıyor. Ben içerden soluk alışlarını duyuyorum ve gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Pabuç kadar burnu aralıktan içeri ha girdi, ha girecek. Göz göze geldik, adam kitlendi bana öylece bakıyor. Elime yavaşçacık hayır oyunu aldım, uzattım beyefendiye doğru. 15 santim ya var ya yok aralarında.
Sonra yavaşça zarfın içine bıraktım.
“Allah” diye bir ses geldi. “Şerefsizler” diye inledi ortalık. Heyecanına yenilmişti. Kendini de belli etmişti. Bir sandalyeye oturtmuşlar, kara gözlüklerini de kucağına koymuşlar pörtlemiş gözlerinle bana bakıyordu. Tansiyonu yükselmiş, “Saygılar” deyip geçip gittim önünden, hâlâ bağırınıyordu ardımdan.

CHP kendi devrimlerine karşı, karşı devrimler hazırlıyor. Türbana hoşgörü, çarşafa rozet, sarığa davetiye çıkarıyor.

Basından: (25.11.2008 tarihli gazeteler)
“İnsanların kılık kıyafeti ile uğraşmayın, giysileri siyasete alet etmeyin” diyor.
Kim diyor?
Sayın Deniz Baykal.
Ne zaman diyor?
25 Kasım 2008
Türk kadını çarşafı atacak ve modern kadın elbiseleri giyerek modern Türkiye’nin öncüsü olacaktır.
Kim diyor?
Mustafa Kemal ATATÜRK
Ne zaman diyor?
25 Kasım 1925
Nereden mi biliyorum?
Tarihinden biliyorum, 25 Kasım benim doğum günüm.

Haydi, bütün bunları bir tarafa bırakalım; ya o kara gözlüklü adamları da mı düşünmüyorsunuz? Nasıl anlayacaklar; kim, ne tarafa atacak oyunu? Kim, kimin taraftarı?
Gel de ayır bakalım, bu çarşaflılardan hangisi kime atar oyunu?
Yakında CHP tespihleri satılmaya başlanırsa camii avlularında şaşırmayın, ya da altı oklu seccadeler moda olur bakarsınız.

(1 Aralık 2008)

Araştırmayan Gazeteci

Arkadaşım bana sitem etti: CHP ilçe yönetimini eleştirirken hiç araştırma yaptınız mı? Neyi araştırdık mı, diye sordum. Çalışmalarımızı, dedi.

Bakınız ne diyor?
Çalışmalarımızı diyor, araştırdınız mı, diyor.
Yani, çalışmalar ilk anda görünmüyor, duyulmuyor, hissedilmiyor veya iletişim yetersizliği var. O zaman ne yapacağız? Araştıracağız, sağa sola soracağız; CHP ilçe yönetimi çalışıyor mu, gören bilen var mı? Neyi çalışıyorlar? Ortaya ne çıkıyor? Oturacak araştıracaksın.
—Ben, dedim, ben (kekeleyerek) araştırmadım.
Yaa! Bak gördün mü? Araştırmadan konuşuyorsun; olmuyor ama, dedi arkadaşım.

Yardım isteyen gözlerle etrafıma bakındım. Ali KORSAN acımış olacak ki halime, müdahale etti.
Ali KORSAN, “Ben araştırdım, ortada pek fazla bir şey yok” dedi. O arkadaş, benim düştüğüm duruma düştü… Eh, nasıl olsa Ali KORSAN araştırmış ki konuşuyordu. Bir kez daha içim burkuldu, bak araştıran konuşuyordu. Demek ki CHP’NİN çalışmalarını araştırmak gerekiyormuş.

Ben de, araştırmak için halktan birkaç kişiye sorayım dedim. Aldığım cevap beni utandırdı, yüzümü kızarttı, İlçe yönetimi çalışıyormuş da ben farkında değilmişim.
Sen nasıl bilemezsin, dediler. Koca yaz resim sergisi çalışmalarını kimler yaptı.
Üzüldüm, nasıl görememiştim bu çalışmalarını.

Aslında yolsuzlukla o kadar çok uğraş vermişlerdi ki, aday adaylarımızdan Yılmaz KANDEMİR’İN bastırdığı el ilanları bile “bu kadarı da fazla olur” deyip dağıtılmamışmış. Tüh benim akılsız kafam, bu çalışmaları nasıl görmezsin?

Televizyondan:
CHP’li yöneticiler bu gün durmadan çalıştılar ve insanları şaşırttılar. Çarşaflı ve türbanlı kadınlara rozet taktılar.

Spiker;
— Sizler, çarşaflısınız ve türbanlı olanlarınız da var ama bakın CHP’li yöneticiler sizlere CHP rozeti takıyorlar, bu duruma ne diyeceksiniz?
— Evet, kızım evet! Bizim durumumuz içler acısı. Elde yok, ayakta yok. Kömür mü? Neyin? Daha vermediler. Tapuları, vereceeek dediler, vermediler. Bunlar da vermez kızım, bunlar da vermez. Önce tapuyu getirecekler, sonra oyumuzu vereceeek
— Şşşt kızım, bunlar tapularımızı verir mi? Ha ne dersin?
— Gıız. Bak bunlar işi sağlama alıyooo. Daha sonracıma götürüyon rozeti, alıyon tapuyu

Aha benim güzel kızım, kömürü verdiler, ama soba yoktur evde. Sobayı da bunlardan isteyek mi?

Halkımızın kılık kıyafetini siyasete alet etmesinleeeeer. Halkımız doğru yolu bulacaktır.

He yav, doğru tapuya gidecuuk. Hemi de yol kenarından isteyecem, dokuz nüfusum ben.

Yahu, bütün bunları ben nasıl görmemişim ki ağzımı açıp ta iki laf edemedim. Ya, biz yoksa yanlış mı biliyoruz bu işleri? Olsun ne yapalım, Ali’nin gölgesinde de olsa iki laf ederiz artık.

Ama ne yapalım, bizim de beynimizi iktidar yıkamadı mı? BÜYÜKŞEHİR ÇALIŞIYOR diye.

Bakalım büyükşehre kimler çalışacak. İşte ben bunu görürüm ve kahrolurum o zaman...
(23 Kasım 2008)

Balkonda Biri Mi Var?

Türk toplumu için balkon ne ifade eder diye sorsalar ne dersiniz? Ben fikrimi hemen söyleyebilirim. Ya çamaşırları asmaya ya da akşamları oturup kafa çekmeye yarar.

Püfür püfür esen o balkonları kapatma gibi takıntılarımız da cabası. Bazıları için balkon bambaşka şeyler ifade eder. Gücün, ihtişamın sergilendiği iktidara giden yolun geçtiği yerlerdir. Siyaset hayatında önemi çok büyüktür balkonların

Dünya siyasetinde de bu böyledir, bizde de. İnsanlara balkonlardan seslenmek ayrıcalıktır siyasetçiler için; ayrıca sanattır da. Öyle her önüne gelen balkondan siyaset yapamaz. Bakın dünyada ve bizde ünlü balkon siyasetçileri: Winston CHURCHİLL, O ünlü.

Londra konuşmasını yaparken elindeki purosu ile yarı beline kadar sarkmıştı demir parmaklıklı balkondan. Aynı şekilde Fidel CASTRO, onun da purosu dişlerinin arasında ve eli Che GUEVERA’nın omzunda Havana halkını selamlıyordular, kızıl bayraklarla donatılmış balkondan. Ya İsabel PERON’A ne demeli; balkonundan halkına o tarihe mal olan sözünü “DON’T CRY FOR ME ARGENTINA” söylerken balkonu adeta bir opera sahnesiydi ve Arjantin ağlıyordu o balkona bakarak.

Bizde de Sayın DEMİREL’i bilirim. Kendi kadar ünlenen şapkasını sallardı bizlere. Ecevit az mı güvercin uçurdu o balkonlardan ve işini bilen milletvekili adaylarımız bizlere hep vaatlerde bulunmadılar mı? Lakin o balkonları organize edecek kişilerin haklarını yememek lazım. Nasıl bir balkon olmalı? Cepheyi tam görüyor mu? Emniyetli mi? Bayraklar, süsler şakşakçılar ses düzenleri. Bu debdebeli işi yapacak kişilerde herkese nasip olamazdı, parası olan işi bitirirdi.

— Hurşit ne yaptın oğlum, nerden sesleneceğiz Kaymaklı halkına? Öyle küçük bir kürsü falan istemem bak. 23 Nisan’da şiir okuyacak çocuklar gibi. Nasıl, meydanı dolduracak mıyız?
— Mücahit Beyime bak, sana bir yer buldum; konuşma, orada dur yeter. Bu millet oyunu direk sana verir ağabey seni Fidel Castro gibi görecekler en az 50 bin toplanır.
— Sallama Hurşit; Kaymaklı beldesinin tamamı 10 bin, zaten hem o Fidel mi neyin solcu değil mi? Rezil olmayalım baştakilere. Nereden konuşacağım ben halkıma?
— Bırak ağabey ya, onlar kendi derdinde. Ağabey ya, sana 50 bin diyorum ya; civar kasabalar sökün edeceklermiş seni dinlemeye. Çıkacaksın çarşıdaki fırının balkonuna, bayrakların arasından şöyle bir selamlayacaksın insanları, göreceksin meydan yıkılacak alkıştan.

Konuşma Günü:
— Ulan Hurşit, hani ulan 50 bin! Burada 500 kişi ya var, ya yok. Hem bu balkon bizi çekmez oğlum, çökeriz. Arkadakiler boşaltsın burasını.
— İdare et sayın vekilim, halk sizin dürüstlüğünüzden o kadar emin ki “Biz Mücahit beyi tanıyoruz, bilmeyenler gitsin dinlesin” diyorlarmış. Sen hele bir konuşmaya başla.
— Hurşit ben terlemeye başladım. Fırıncı fırını mı yaktı ne?
— İdare et sayın vekilim, halkın ekmeği çıkacak, çıkarın ceketinizi çözün kravatınızı halktan biri gibi olun. Bakın gömleğiniz de mavi; aynı şeye benzersiniz.
— Oldu olacak güvercin de uçuralım. Taklitçiliği sevmem Hurşit. Bu duman da ne böyle? Göz gözü görmüyor. Hurşit nerdesin? Ulan Hurşit, hesabını vereceksin bana bütün bunların.

Az sonra duman kalkar.
— Bu ne be! Halk gitmiş, ulan Hurşit yedim seni.
— Yapma ağabey sallama bak balkon sallanıyor çökece… ahhh.

Ertesi gün basından:
Seçmenine konuşma yapmak için çıktığı balkonun çökmesi sonucu ağır yaralanan milletvekili adayı hastaneye kaldırıldı. Geçmiş olsun dileğinde bulunmak isteyen Kaymaklı ve civarından gelenler hastane önünde izdiham yarattı.

— Ağabey, pencereden aşağıya bir bakabilsen, en az 50 bin.
Diğer balkon hikâyemiz ise daha bizden, daha tanıdık.
— Zakir beyciğim, bu mu balkonumuz?
— Evet, Cansu Hanım. Hemen birinci kat, halka yakın; uzansalar sizi tutacaklar gibi size kendilerini yakın hissedecekler.
— Biraz ufak değil mi?
— Bir bakışta nasıl anladınız?
— Baksanıza canım, ufacık balkon işte.
— Ha evet, balkon değil mi? Cansu Hanımcığım, ufak mufak, aman canım biz bize işte.
— Hadi çıkalım Zakir beyciğim, halkımızı bekletmeyelim. Yardım eder misiniz? Lütfen ama elimi tutun, sarılmayınız.
— Cansu Hanım emniyetiniz açısından yani arkanızı kolluyorum. Ya, arkadaki beyler ittirmeyin lütfen, hanımefendi konuşmasını yapamıyor.
— Of, terledim ben Zakir.
— Ben de.
— Ben de onu diyorum Zakir Bey, çıkarsanıza üstünüzdeki paltoyu. Sanki benim sırtımda duruyor. Ay lütfen çekilin arkamdan sizinle uğraşmaktan konuşmamı yapamıyorum.
— Bir dakika Cansu Hanım bana bırakın, konuşma yapmanıza gerek yok. Sizde bu şey varken… Yani zekâ varken demek istiyorum. Bakın Şimdi!
— Hey Silivri halkı; İyi bakın ve lütfen dinleyin. Bölgemizden adaylığını koyan Cansu Hanım, geleceğin Başbakanı olacaktır. Benim gibi yapın, O’nu şimdi destekleyin ve tarihteki yerinizi alın.

Meydanda bir dalgalanma olmuş ve herkes avazı çıktığı bağırıyordu: “Başbakan Cansu, Başbakan Cansu”
— Zakir Bey, nerden çıkardınız başbakanlığı? Biz daha milletvekili olamadık. Lütfen.
— Silivrili hemşerilerim; Bacınızın gözü yükseklerde değil, sadece sizin hakkınızı aramak için Ankara’ya gitmek istiyorum.
— Cansu Hanım halkı dinleyin, tevazu göstermeyin. Siz Başbakan olacaksınız. Eğer olamazsanız ben bu bıyıklarımı tek tek yolarım.

“Başbakan Cansu, Başbakan Cansu, vur vur inlesin, Ankara dinlesin…”

Tam bir yıl sonra basından:
Parti Genel Başkanlığı’na getirilen Cansu Hanım: “İktidara talibiz, gümbür gümbür geliyoruz. Bu millete yapılanların hesabını sormaya geliyoruz” diyordu.

Kendisine Başbakanlık yolunu açan, O’nu oralara getirecek hamleyi ilk yapan Kurt Siyasetçimiz Zakir Bey’i hatırlayıp teşekkür etti mi, bilmiyoruz. Ama..

3 ay sonra yine basından:
“Başbakan Cansu Hanım miting konuşmalarında arkasını koruması için kendine bayan bir koruma tuttu.”

Kalın sağlıcakla...

(19 Kasım 2008)

Gerçek Yalanlar

(True Lies)
Yazının başlığı bir filmden alındı. Yaşamımızda olmadık işlerle karşılaşırız. Hani biri vardır, bizi çok sevdiğini söyler ama gerçek öyle midir? Bir süre sonra sevilmediğinizi anlayıverirsiniz. Basında da günlük olarak sık rastladığımız işlerdir bunlar. İşte bakın;

Ulusal Basından:
Beşiktaş Kulübü Başkanı Sayın DEMİRÖREN, “Evet biz teknik direktörümüzün sonuna kadar arkasındayız, Yönetimimiz ile birlikte Sayın Ertuğrul Sağlam’a güvenimizi sunduk, Kendisi ile birlikte yola devam edeceğiz.

Bir hafta sonra;
—Ben, diğer üç teknik direktör gibi gönderilmeyi beklemeyeceğim. Adam gibi geldim adam gibi giderim.

Yerel Basından;
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Kadir TOPBAŞ Silivrimizde yaptığı bir konuşmada aynen şöyle diyor.
—Biz Sayın Belediye Başkanımız Hüseyin TURAN’dan çok memnunuz Büyükşehir olarak sonuna kadar arkasındayız ve destekçisiyiz. Yola kendisi ile devam etmek niyetindeyiz.

Biz ne diyebiliriz ki? Allah Ertuğrul Sağlam ile kaderlerini bir etmesin.
-.-
Önce Yerel Basından:
CHP İlçe Başkanımız Abdullah Yıldırım: Biz ilçe yönetimi olarak başkan aday adaylarımıza mesafeliyiz.( Haklı Başkan, dirsek teması da bir mesafedir ) Merkezin göstereceği adayı sonuna kadar destekleyeceğiz. İlçe yönetimimiz bunun üzerinde hassasiyetle durmaktadır.

Sonra Ulusal Basından:
—CHP’de yerel seçimlerde üç adayın yeri garanti olduğu söylenmektedir. İstanbul; Kadıköy Selami ÖZTÜRK, Avcılar, Mustafa DEĞİRMENCİ, Silivri, Selami DEĞİRMENCİ.

Sonra tekrar Yerel Basından:
Silivri İlçe Yönetimi ve Belediye başkan aday adayları (İkisi hariç, biri yeni evlendi gidemedi. Birine de haber verdiler mi vermediler mi bilemem. ) Ankara’da grup toplantısına katıldılar. Yerel basın da bizzat ve yakinen takip etti toplantıyı. Toplantının sonucundan çıkan netice;

Hep bir ağızdan:
—Ya kardeşim, yok böyle bir şey; İlçe yönetimi bize kimi önerirse adayımızı öyle belirleyeceğiz dediler.
— Ya şey ne dedi, duydun mu; biz sonuna kadar ilçe yönetiminin arkasındayız, dedi. Çalışmalarımızı birlikte yürütüyoruz.
—Sen, onu bırak, asıl şey nasıl konuştu? Biz sizinle birlikteyiz dedi, değil mi? Söylesene sende oradaydın.
—Ya sahi, asıl olan biz kaç kişiyiz?
—Beyler bir dakika lütfen! Bakın lütfen diyorum beni bir dinleyin. Evet, ben bu konuyu bizzat Genel Başkanımızla baş başa konuştum. Böyle bir şey yok, bizim için İlçe yönetiminin alacağı karar önemli ve bu karara saygılıyız.
—Ağabey kim dedi bunu?
—Genel Başkanımız.
—Hadi ya! Gazeteye girin bari manşetten.
—Girilsin değil mi?
—Gazeteye mi? Ama ağabey sen genel başkanla hiç görüşmedin ki?
—Sen sus, kapa çeneni.

İşte böyle sevgili okurlar gerçekler ve yalanlar birbirine girmiş bir şekilde hayat devam eder gider. Önemli olan senin hangisini nasıl kabul edeceğindir. Kabul edemediğin gerçeklere isyan edip; yalanların peşinden gittiğini anladığında, dilerim dönüş için geç kalmamış olursun.

Neyin gerçek, neyin yalan olduğunu anlama ve anlatma yarışına öyle kaptırmışsın ki kendini farkında olmadan AKP’ye yapılan bu katkılarla, siz daha çoook, iktidar olmayı beklersiniz.

(6 Kasım 2008)

Avcılık Hikayeleri - 2

İstek Üzerine:
Önceki yazımda sizlere Ali dayımdan bahsetmiştim. İşte bu Ali dayım; yine günlerden bir gün düştü çalıştığımız mekâna. Unutmadan söyleyeyim Ali dayım asla motorlu vasıtalara binmezdi. Can yoldaşı, kader arkadaşı bir eşeği vardı. Her yere onunla gidip gelirdi. Eşeğinin on taneden fazla ismi vardı. Köyde iken Mestan diye çağırır, kasabaya indiğinde ise çeşitli isimlerle çağırırdı. Sürmeli, Napolyon, (Tommiks’in atı) yağmur (Karaoğlan’ın atı) gibi. Ali dayıma sorarsanız onun eşeğini geçecek at yoktu köyünde. Siz onu bir de eşeğinin üzerinde görseydiniz sanırdınız ki Cengiz Han geliyor.

Ali dayım:
—Evlat kurtar bakalım babandan iki çayda içelim seninle, diyerek başladı söze.

Anladım iki avcılık hikâyesiyle ödeştirecek kafasınca. Aslında biz ona asla çay parası sormazdık. Misafir olduğunu hissettirmeye çalışıyordu. Zaten altı aydan altı aya gelir giderdi.

—Lütfüm, böyle bir yaz sonu idi sonbahar gelmiş istediğimiz şekilde para kazanamamıştık. Köy meydanındaki kahvede kara, kara düşünürken Teyfiğin Ahmet geldi. Deyyusun gidisi İtalya’da bir sirkte çalışıyormuş. Patronun da av merakı varmış; onu Toroslara götürecekmiş, teke avına çıkacaklarmış. Ya! Bak sen Kara Ahmet’e “Seni de götürem iyi atıcısındır diye” dalgasını geçiyor bizle. O an aklımda bir fikir çaktı ki kıvılcımını gördüm sanırsın. Bu Ahmet denilen dürzü para dedin mi çakal gibi olur namıssız. Ülen Ahmet sen gel yorulma Toroslara kadar senin şu patrona burada vurduralım şu tekeyi dediydim ki Ahmet gülmekten kırıldı. “Sen iyi atıcısın be Ali dayı, ne gezer burada dağ tekesi.” Biliyom be Ahmedim Biliyom. Şu senin patron kaç para veriyor bu tekeyi vurmaya dediydim ki; Ahmet’in gözleri fırlaya yazdı. “On bin dolar ne olacak ki?” Heeç işte kör Rahim’in Sarı teke de eder mi o parayı, diye düşünüyom dedim. Kurnaz Çakal nasıl da uyandı işe. “Ali dayı kıvırabilecek miyiz?” Sen patronunu ayarla gerisi bana ait dedim. Söyle ona Toroslara gitmeye gerek yok, aynı tekelerden burada da var masrafa gerek yok dedim. İtalyan işi ucuza kapatacak ya, hemen Ahmet’e on bin papeli indiriyor. Gerisi bana kaldı tabi ki. Sabah erkenden doğru Kör Rahim’in ağıla; süzülürsün ağıldan içeri. Sarı teke de, teke yani. Biraz ufarak ama Toroslardakileri aratmaz. Tekeye biraz kuru bakla tattırdım peşimden nasılda geliyor gidinin tekesi. Ben önde teke arkada çıktık kel tepeye. Saldım tekeyi tepenin üstüne, bende yattım arka yamaca bekliyorum ateş etmelerini. Az zaman geçti tık yok. Tepenin yan yamacından baktım aşağıda derenin içinde mevzilenmişler. Ülen bunlar niye ateş etmiyolar demeye kalmadı, İtalyan ateşledi silahını ama nafile, mesafe uzak, İtalyan nişancı değil, teke desen Kör Rahim ile yaşıt o mesafeden düşmez o kart teke. Allahtan yanımda getirmişim benim mavzeri (Mavzer dediği tek kırma av tüfeği) bir böğürtü kopardı teke, aldı yolu doğru ağıla gidiyor. Nişan alıp bir çakarsın; tepe üstü çakıldı. Derhal orayı terk etmek gerekiyordu. Teke Garanti bir çeki çeker. (bir çeki= 100 kilo) omuzlarsın hayvanı doğru yanlarına en az 500 metre mesafe var. Tekeyi İtalyan’ın ayaklarının dibine yıktım. Acele ile derisini yüzüp parçaladık, yanında getirdiği buzluklara doldurduk. Pek mutlu oldu İtalyan, masrafsız bir av yaptığına. Ahmet’e bir şeyler söylüyordu Ahmet’in rengi attı canı sıkıldı besbelliydi. “Ali dayı, bu herif bu hayvanın vurma izin kâğıdını istiyor, yandık” dedi. Kolay ülen çakal Ahmet sen şimdi patronunu al git akşama sertifikanız hazır dedim. Onlardan ayrılıp doğru köye geldim. Gidersin kasap Bayram’a alırsın 80 kiloluk bir et faturası Sabah doğru Ahmet’e al ülen çakal, avlanma sertifikanız diyerek attım önüne. Aldım beş bin gayme doları deyyus dan.Üç kış yedim o parayı, içinden kör Rahim’e bile üç yüz gayme verdim hakkı geçmesin diye.Beş ay sonra Ahmet döndü İtalya’dan. Patronu evinin bahçesinde parti vermiş. Izgaralar yakılmış vurduğu tekenin etini ikram edecek ya! Aslında yaban tekesinin eti gevrek olur. Bizim tekenin etler ızgaraya konulunca bir ekşi koku sarmış etrafı. Etler pişmez, bıçak kesmez, kimse bir yudum yemeden sirkin aslanlarına gitmiş sarı teke.

İşte böyle biriydi benim Ali dayım, Avcılık ve Atıcılıkta üstüne yoktu.

(31 Ekim 2008)

Biz Sorarız

(Eh, buyur sormazsan darılırım vallahi...)
Televizyonda zaman, zaman izlersiniz. Muhabir arkadaşlar yolunda giden vatandaşı çevirir ve sanki kaçıyordu yakaladık havası ile başlar sormaya;

— Sokaktaki adama sorduk ve bakın, sokaktaki insanımız ne diyor?

Kardeşim, sokaktaki insana niçin soruyorsun? Soracak başka bir mercii yok mu? Buldun gariban vatandaşı at bakalım ateşe. Bak, mikrofona nasıl bakıyor. Nefes alışı sıklaştı, kaşları çatıldı. Sokaktaki adam ne demek? Avare, avare dolaşan mı? Ha, söyle bakalım ne demek şimdi bu? Sokaktaki adam; bu sokaktaki adam lafına çok ama çok bozulur. O boş biri olmadığını, ülke gündemini takip ettiğini göstermek ister ve adeta gürler.

Üç, beş saniye durur ve soluklanır. Etraftan onay bekler ve insanlarda uyandırdığı merakı kontrol eder. Eh, bu zamanda kolay mı yetkiliye seslenmek... Yani, bir anda

Adamın adı Yetkin midir acaba?

O zaman sokaktaki adamın adı da muhakkak Seçkin olmalı, öyle değil mi?

Sorulmak için seçildi ya yüzlerce kişi arasından. Peki, bu muhabir de bu kadar yetki var mı? Önüne gelene soru soruyor. Sokaktaki adama niye soruyor. Adam bir şey mi biliyor? Öyle kolay kolay sormazlar adama, vardır bir şey canım. Adamın sokakta olması bir tesadüf mü? Yetkiliye seslenmek bir şifre midir? Bu devirde kim kime yetki verir? “Yetki verilmez alınır” derseniz sonu ne olur? Kolum nerden aldın sen bu zinciri, olur.

Beyaz Saray, beyazlar için mi yapıldı? Obama oraya girebilir mi? Zor girer. Girerse ne olur? Obama Beşiktaşlı olur. Delikanlı adam renkli takım tutmaz. Hadi diyelim ki girdi, muhakkak Maccabi Tel Aviv tarafından elenir.

Yetkililere buradan sesleniyorum, konu ile ilgili olarak, bu güne kadar hiçbir yetkili cevap vermedi. Canın sağ olsun., fazla üsteleme .Bak, futbolcu kardeşler bile ne diyor? “Bundan sonra önümüzdeki maça bakacağız” diyorlar. Peki, ben ne diyorum? Hiç zırvalıyorum. Tarihte yedi, sekiz Hasan Paşa vardır; bilir misiniz? Ben bilmem ama adam haddini biliyormuş. Yedi, sekiz onun için yeterliymiş. Şimdilerde böyle kanaatkâr adamlar var mıdır? Yok, ne gezer? En az % 10 ile %20. Hadi, hadi çamur atma millete, şimdilerde maksat ayağın alışsın hesabına getirerek % 8’e yapanı var. Uzatma da kurtul şu kuruntularından.

Şşşşt, alo sokaktaki adam; oradan zırt, pırt soru sorma be kardeşim, piyasayı yükseltiyorsun. Yatır üstüne düşen aidatı, çekil kenara bekle. Üç vakte kadar işin olmazsa o zaman seslen yetkililere. Barack Obama Amerika’ya Başkan olursa; benden de İsrail’e başkan olur. Ya, biz hiç siyasete bulaşmasak da avcı fıkrası mı yazsak? Daha iyi olur gibi geliyor. Olur olur, zaten siyasetin içinde yeterince yetkili var. Tamam, yazıyı bir sonlandıralım artık. Yetkili kızıyor. Ulan, yazımız yayınlansın diye ısmarlamadığımız yemek kalmadı editöre. Hoşça kalın.
(20 Ekim 2008)

Avcılık Hikâyeleri

Bu yazımda sizlere Ali dayımızdan söz etmek istiyorum. Büyüklerimiz, uzaktan akraba sayılır, derlerdi. Kısa boylu, kilolu ve güleç yüzlü bir ihtiyardı. Ömrü bizlere nasıl iyi bir avcı olduğunu anlatmakla geçti. Rahmetli olduğunda doksanındaydı. Son günlerinde 93 Harbi'nde düşmanla bire karşı on kişi ile nasıl savaştığını anlatmaya başlamıştı. İşte, Ali dayımın avcılık hikâyeleri...
Ali dayım anlatıyor:

Kıtlık yıllarıydı zannedersem; evde yiyecek diye bir şey kalmamış. Meliha yengen almış silahı dikildi karşıma: “Hadi be ya! Çıkasın ormana vurasın bişiycikler (bir şeyler) canları çekildi açlıktan kızancıkların.”

Yengen bu be ya! Bilmez mi nasıl bir avcı olduğumu? Doğru ormana gidersin. Kurfallı, Sinekli köyleri arasındayım. Kar, tipi savuruyor, nereye çıkacak bu havada bu hayvan mahlûkatı? Aklıma kasabaya gitmek geliyor. Hancının bakkaldan üç beş bir şeyler alayım, çoluk çocuk açız, harman sonu veresiye. Gel gör ne araba ne yol ne de bir iz… Ben böyle düşünürken birden bir çatırtı duydum. Ne göreyim? Tam 360 kiloluk (Celep gözüyle gramı gramına) bir domuz geliyor benden yana. Çıkarsın hemencecik bir ağaca, torbadan biraz ekmek parçaladım ağacın altına. Açtır namıssız, koca deyyus, aldı anında kokuyu, tam altıma geliverdi. Ya Allah, Bismillah deyip atlarsın domuzun üstüne, yapışırsın kulaklarına. Öyle bir asılacaksın ki kulaklarına, anlasın sırtındakinin kim olduğunu. Çevirdim yönünü Karasinan yoluna, niyetim oradan Silivri’ye inmek. O çatak senin, bu çatak benim düştük yola. Kavi hayvan be kızanım. Hızlı kaçıyor namıssız, zor zapt ediliyor. Kellesi gelir be ya 100 kilodan fazla. İki saatte indik sülüklü çeşmenin yanına, Silivri’ye giremem ya domuzla. İpi dolarsın ön bacaklarına, bir çekersin; kamyon gibi yan yattı koca hayvan. Yaparsın bir domuz bağı bağlarsın bir güzel, ağzını da bağlayıp üstüne dal parçaları atıp gizledim. Sonra, ver elini çarşı. Bir çuval yiyecek aldım hancıdan, harman veresiye. Geldim baktım, bizim otobüs yatıyor. Çuvaldan çıkardım bir sıcak ekmek, bağladım bir sopanın ucuna. Sarkıtırsın ekmeği burnuna doğru. O, ekmeğe uzana dursun, ben çözdüm ayaklarını atlarsın tekrar sırtına. Yükü ağır ama! Ekmeği yakalayacağım diye eskisinden hızlı kaçıyor. Karasinan bayırında Akören Köyünün otobüsü kalmış, itekliyorlar. Yanlarından rüzgâr gibi geçtim. Arkamdan ses ediyorlar; “Yardım et Ali dayı”… Nafile, durmaz bu kefere almıştır hızını. Eve yüz metre kala verdim ekmeğini, atladım sırtından. Arkasından baktım, 360 kiloluk domuz, kalmıştı sanki 160 kilo. Yirmi gün boyunca kalkamaz yerinden.

Çaylar tazelensin deyince, Ali dayım başka bir hikâyeye geçmenin farz olduğunu anladı.

“Bakın gençler; siz siz olun, mübarek günlerde ava çıkmayın. Hayvan mahlûkatının canını almayın, çok günahtır” diye hokkalı bir nasihatte bulunup; hikâyesine devam ederdi.

Ali dayım:

Vallahi şeker miydi kurban mıydı, tam bilemiyorum. Köy kahvesinde oturuyorduk.

Gençler tutturdu Ali dayı bizi ava götür diye. Yapmayın be, etmeyin be çocuklar günahtır mübarek günde. Size babamların başından geçeni anlatayım dedim. Babamlar, böyle mübarek bir bayram gününde, köyden yedi sekiz kişi ava gidiyorlar Akşam ezanına dek avlanıyorlar. Hava kararırken orman tarafından önce bir çığlık yükseliyor, sonra bir top ateş yuvarlanarak bunlara doğru geliyor. Bunlar canlarını zor kurtarıyorlar. Köye bir geliyorlar ki; hepsinin kızancıkları ateşler içinde yatıyorlar. İşte o kızancıklarından biri de benim. Gençler dinler mi bizi? Salgındır o, tesadüftür o deyip, beni de kandırdılar. Öğleden sonra çıktık. O avlak, bu avlak deyip dolaşırken ben bunlardan ayrı düşmüşüm. Birden, karşıma boz bir ayı çıkmasın mı? İki ayağının üzerine kalkmış üzerime doğru geliyor. Boyu tam üç metro, kilo desen rahat bir 740, 745 var. (Celep ya, 5 kilo yanılma payı bırakıyor. İkinci karşılaşmada tam kiloyu çıkarır aslında) Benim çakaralmazı tam anlına doğrulttum. Evet, çaktı ve almadı ya namıssız. Çok çeviğim o zamanlar. Ben ağacın tepesindeyim, ayı aşağıda uzanmış bekliyor. Burası orman, hiç acelesi yok. Ulan ben ne yapayım ne yapayım derken, aklıma sırt çantamdaki çakmak benzini geldi. Ayının sırtına yavaşça döktüm. Ayı şöyle bir “Boşuna bu çırpınışlar” der gibi baktı bana. Mendilimi benzinleyip tutuşturdum ve ayının üzerine bırakıverdim. Aman Allah o ne çığlık? Ayı, aldı kendini doğru göle. Ben de atladım ağaçtan, hızlandım köye. Gölün kenarından geçerken, ayı kendini serinletiyordu. Beni görünce kafasını suyun içine soktu. Utandığından mı, yoksa korktuğundan mı bilemiyorum. Gölün karşı kıyısına vardığımda ağaçların arasında dua okuyanları, namaz kılanları gördüm uzaktan. Yaklaştım ki; bizim gençler. Önce ben de anlayamadım. Ne oldu be ya haylazlar, ne bu namaz, bu dua etmeler bu saatte diye sordum. “Sen görmedin mi be Ali dayı? Bir top ateş üstümüze yuvarlanarak geliyordu. Biz buraya geçince o karşıda kayboldu” Sen anlattıydın ya; babangiller de görmüş bunu. Tir tir titriyorlardı. Asıl korkuları evdekilere bir şey olmasıydı. O yüzden namaza durmuşlar. Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Mübarek günde ava çıkmayacaklarına dair yemin ettirdim keratalara. Yıllar sonra da anlattım gerçeği bunlara ama inandıramadım.

İşte, Ali dayım böyle bir adamdı. Allah rahmet eylesin.


(12 Ekim 2008)

Münir Zeki

Silivri’nin Münir Ağabeyi, Gazeteci Münir’i... O, benim ustamdı. Çok geceler sabah etmişizdir birlikte. Silivri Ekspres’in kurucusu, Bulcan Ağabeyimin ağabeyidir. Bendeki bu tutkunun temeliydi, ustam Münir Zeki BİRCAN. Ruhun şad olsun.
1977 Belediye Seçimleri olacaktı. Beni çağırdı ve “Lütfü, kardeşim, bilirsin ben koyu bir CHP’liyim; ama gel gör ki benim Belediye Başkanı olmamı çok isteyenler var, üzerimde baskı oluşuyor başkan olayım diye. Ne diyorsun?” Askerliğini yapmamış biri olarak bu ülkede o yıllarda oy kullanamıyorsun, bir partiye üye olamıyorsun. “Gir ağabey, arkandayım, illegal olarak” dedim. Münir Ağabey, hem de bağımsız aday olarak girdi seçimlere.

Çok güçlü rakipleri vardı üstelik. AP’den Şaban DEMİRAY, CHP’den Halim ULUŞAHİN. Yine kendisi gibi bağımsız aday Hasan ÖZALP (Ersin ÖZALP’İN babası)…

İlçemize hepsinin de yararları olmuştur. Onlar şimdi aramızda değiller, birbirleri ile buluştular. Allah, hepsine gani gani rahmet eylesin.

Seçim konuşmaları hararetli geçiyor, Münir Ağabeyi dinleyen, bir daha dinliyordu.

Kahvehane kalabalıklarına bakılırsa; biz, açık ara önde idik. Seçimlere 5 gün vardı. Biz kurbanlıkları almıştık bile. İnancımız sonsuzdu, işi bitirmiştik. Gel gör ki son iki günde rüzgârlar ters esmeye başlamıştı. Diğer partililerin muhalefeti, onu en zayıf tarafından yakalamış; onun insan sevgisini gırgıra alarak kullanmışlardı.

Seçimleri Halim ULUŞAHİN ağabeyimiz kazanmış; Münir Ağabeyim ile Hasan Ağabeye 27’şer oy çıkmıştı.

Bu durumu ile de dalga geçecek kadar kendisiyle barışık bir insandı benim ustam.

İhtiyaç sahiplerine yaptığı yardımları anlatmadı bu güne kadar hiç kimselere. Ben sizlere şimdi söylüyorum; o, yardıma ihtiyacı varken bile yardım elini uzattı yüzlercesine. Ruhun şad olsun ve sevenlerinin başı sağ olsun.

(6 Ekim 2008)

Arka Masa

Ömrümün yarısı içkili mekânlarda geçmiştir. Bu yerlerin havası çok başkadır. Kafa arkadaşlar olunca zaman su gibi akar gider. İşte, bu kafadar arkadaşlar bazen muhabbeti geyiğe bağlarlar. Bu geyik muhabbeti sizin için bir şey ifade etmeyebilir. O zaman başlarsınız etraf ile ilgilenmeye. Tam arkanızda masadaki olan konuşmalar çekici olmaya başlar sizin için.
Kadın, iç gıcıklayıcı bir sesle konuşur,
—Kuşum, neyin var tatlım? Aşk olsun, gecemi zehir etme ne olur. Güzel dudakların gülsün artık, aşkım, bonbon şekerim benim. Hadi bak, çıncın şerefe tatlım.

Başlarsın kurmaya; kadın güzel mi? Ses tonundan yaşlı olup olmadığını çıkarmaya çalışırsın. Erkek, kadından daha genç gibi! Baksana, kadın “Kuşum” diyor. Karşında oturanlara bakarsın, senin orada olduğunun farkında bile değiller. Oğlum millette ne şans var, manitayı kapmış adam, gördüğü muameleye bak. Meraktan çatlarsın, göz ucu ile bakmalar kesmiyor artık. Evet, tuvalete gidip gelirken iyice bakarım diyorsun. İlk gördüğün adamın yüzü oluyor, göz göze geliyorsunuz. Kadın, “ Kuşum” demişti değil mi? Aman tanrım! Yüz altmış kiloluk bir kuş bu. Adamda iki kilo kaş, iki kilo bıyık var. Bonbon şekeri mi şeker çuvalı mı siz karar verin.

Ya kadın?
O buğulu ses, o kırıtmalar, o kıkırdamaların sahibi bu hanım mı? Anlaşılan mesleğinin erbabı olmuş, göze değil de, kulağa hitap ediyor artık.

Az sonra arkadaşların,
—Oğlum ne zaman oldun sen ya! Bak, söylüyoruz sana eskisi gibi içemiyorsun, şurada iki dakika konuşana kadar gitmiş adam ya!

Bir başka gece,
Arkadaşlar muhabbeti yine futbola bağlamışlar. Bir yıl önceki maçın heyecanını yeniden yaşıyorlar. Ancak; hesap pusulası gelince anımsıyorlar insanı. Şu kadar saat oldu arka masaya da kimse gelmedi aksi gibi. Demeye kalmadı ayak sesleri yaklaşmaya başladı. İki erkek arkadaş; dertleşmeye geldikleri belli. Önce fısıldanmalar, derken alkol aldıkça sesler yükselmeye başladı. Oda ne? Ben bu sesi tanıyorum. Evet evet, yüzde yüz bu o; aman beni fark etmesin. Önce garsona bir şeyler söylüyor,

—Bak, birader! Ben Karadeniz çocuğuyum balıktan iyi anlarım ben. Bartınlıyım ona göre ilgilen bizimle.

Yahu, ben bu arkadaşı Mardinli bilirdim, meğer Bartınlıymış. Öyle sakallı falan görünce ne bileyim işte. Üçüncü dublede itiraflar başladı. Meğer çok dertliymiş kardeş.

—Biliyor musun? Şu sarışının yanında olmaktan çok mutluyum aslında. Ama kendi kariyerimi de düşünmek zorundayım.

Arkadaşı;
—Anlayamadım ağabey, sarışın kim? Hangi Sarışından bahsediyorsun?
—Şeyyy! Bizim Se..

Derken; mekân sahibi yanlarına geliyor. Hoş, beş derken bizimkisi mekânı yıkıyor tekrar yapıyor; Meslek mimarlık ya, esiyor bizimkisi. O anlattıkça mekânı inceliyorum.
Ne kadar eksik varmış, diyorum. Birden konu değişiyor; “Ah” diyor “Ah”
—Bu dönem; şu AKP beni bir aday gösterse, bak neler yaparım bu Silivri’ye.

Arkadaşı;
—Ağabey, nereden çıkardın sen şimdi AKP’den aday gösterilmeyi. Bizim konumuz sarışın, sarışın falan diyordun. Bende sormuştum sana kim bu sarışın diye.
— Yok, canım son zamanlarda hani bazı duyumlar aldım da, aslında bizim jargonumuza ters bilirsin beni. Olacak iş değil de; bir olsa diyorum, anla işte.

Arkadaşı;
—Haaa! Anladım, Peki Sarışın diyordun?
—Bütün mesele o, işte ya, onu bırakamam yarı yolda o olmasa zaten direk adayım.

Arkadaş;
—Ağabey sorumun cevabı bu değil, taktın adaylığa. Birden nereden geldi aklına yine adaylık? Ben, kim bu sarışın diyorum?
—Hık, ne? Sarışın mı? Ha! O, şey ya! Beraberiiiz. Beraber Yürüdük biz bu yollarda, bensiz yapamaz O, of ulan of Sana sarısın dediler güzel, Sen olmasan var ya Se..

Arkadaş,
—Ağabey kalkalım istersen, eve gidince de sarışın falan demezsin inşallah.

(23 Eylül 2008)

Panayırcı Kavgası

Sizlere 1968 tarihli bir hikâye daha; umuyorum hoşunuza gidecektir.
Ekim ayının ilk günleri, Silivri’nin panayırı vardı. Üç gün devam ederdi bu büyük Pazar. O yıllarda süper market falan hak getire. İnsanlar çarşı pazarda bulamayacaklarını bu büyük pazarda bulurdu. Silivri’nin köyleri üç gün boyunca bu büyük pazara akardı. İşte hikâyem burada geçiyor.

Her zamanki gibi teyzemler o yıl da panayıra gelmişler ve bizde misafir kalıyorlardı. Eniştem, kulakları çınlasın, şimdi sekseninde var. Tam kırk yıl önce kırk yaşında bıçkın bir adam, nam-ı diğer Kamalı Ramazan.

Panayır olur da kuzu çevirme olmaz mı? Enişte Bey de çevirmeye bayılıyor. Doğru panayıra, çevirme alacak bizlere. Çevirmeciye siparişini veriyor ki; dükkânın önü birden karışıyor. Zayıf, ince ve çelimsiz bir adam uzun boylu biri tarafından tartaklanıyor. Uzun boylu adam, zayıf adamın yakalarından yakalamış silkeleyip duruyor.

—Yetişin, kurtarın, adam öldürüyorlar.

Bizim Enişte Bey'de mangal gibi yürek; güçsüzden yana olacak ya! Dalıyor araya. “Yapmayın, etmeyin, yazıktır. Bak, birader adam yalvarıyor bırak artık” diyerek yapışıyor uzun boylu adamın yakasına.

Az önce dayak yiyen adam Enişte Bey'in kolundan çekelemeye başlıyor.

—Ya tamam, kardeş git artık bırak arkadaşı hadi tamam artık.

Ne gezer… Enişte Bey uzun boylu adamı boğazlamış elinde dal gibi sallıyor. Az önce dayak yiyen adam, yanına birini daha almış eniştenin elinden adamı kurtarmaya çalışıyorlar. Birden “Caaart” diye bir ses eniştenin ceketinin bir kolu adamın elinde kalıyor. Çok geçmeden ikinci kol da ikinci adamın elinde kalınca ister istemez kavga sona eriyor.

İki kolu olmayan bir ceketle tekrar çevirmecinin önüne dönüyor Enişte Bey. Elini cebine atıyor ki; cüzdan yok. O cep, bu cep derken o anda göz göze geliyor çevirmeci ile. Gülümseyerek bakıyor Enişte Bey’e ve “Soyuldun” diyor. Kısaca anlatıyor senaryoyu “Türk milleti mazlumun yanında olmasını sever işte bu yüzden bu kavga da zayıf çelimsiz adam dayak yer gibi gözükür, sende bunu yedin ve soyuldun.” “Peki, sen bu olayı bildiğin halde ve senin mekânının önünde olduğu halde niye müdahale etmedin” diye sorduğunda cevap basittir. “Biz bu dünyaya aitizdir. Müdahale edersem, senden alacaklarını benden alırlar sonra.”

Redingot görünümlü ceketi ile eve geldiğinde Enişte Bey’e çok gülmüştüm. Çocukluğumun idolü idi eniştem. Ama karizma fena görünüyordu.

Siz, siz olun; hayatın içinde bu tür kavgalara ne inanın, ne de fazla içinde olun. Siyasi kavgaları hep bu panayırcı kavgasına benzetirim. Bir bakarsınız fırtınalar kopar, toz duman gider ortalık. Sessiz, sedasız zamlar gelmiştir ve cüzdan boşaltılmıştır bile. Ya çaktırmadan çıkarılan kanunları hiç duydunuz mu?

Siz, şu son dönem kavgalarını izliyorsunuz değil mi? Peki, yeni nükleer enerji yasası çıktı. Duydunuz mu? Yok, parası olup da isteyen herkes nükleer santral kurabilecek bundan böyle bu ülkede.

Yeni maden işletme yasası çıktı duydunuz mu? Yok, bor ve volfram madenlerinin işletmeleri aylık 50 milyon $ karşılığı Amerika’ya verildi. (50 yıl öncede Marshall yardımları karşılığı olarak 49 yıllığına kiralanmıştı.) Dünya’daki Bor madenlerinin %73 rezervleri ülkemizde. Uzaya bununla gidip gelinir, bilir misiniz? Borla çalışan otomobil yapıldı, yakında duyarsınız.

—Bakkal amca, kes oradan 150 gram bor, Çanakkale’ye kadar gidip geleyim

Bu iki kanun da birbirine bağlı olarak çalışacaktır. Amerika’da Lehman Brothers 60 milyar $ ile battı, bize nasıl yansır? Bilen var mı? Bizi aydınlatan birileri olacak mı? Ekonomik önlemler alınacak mı? Mortgace olayından bu finans kurumuna Türkiye’nin borcu var mı?

1968’de böyle sıkıntılı dönemlerde muhterem bir zat şöyle buyururdu: “Dikkatli olalım, bu kış komünizm gelebilir.” Yıllarca tepki gösterdiğim bu cümleyi şimdilerde özlediğimi fark ettim. En azından sizi önemsiyoruz mesajını veriyordu bizlere.

(17 Eylül 2008)

Ali Korsan'a Mektup

Sevgili Ali KORSAN kardeşim. Nasılsınız? İyi misiniz? Bizleri sorarsanız hamdolsun bizler iyiyiz. İyiliğinize yüce yaratandan duacıyız.
Neredesin be kardeşim? Sağlığından endişe etmeye başladık. Ne yolda görebiliyoruz, ne de gazetelerde çıkıyorsun? Ne oldu? Neden böyle çekildin piyasadan? Tedavülden kalkmış para gibi oldun. Bak Silivri’de siyaset hızlandı, senin görüşlerini önemsiyorduk. Önceden gazetelere beyanat verirdin. Boy boy ve poz poz resimlerin basılırdı. Az daha, senin kahramanlık hikâyelerini yayımlayacaktı gazeteler; Ali KORSAN ve Yedi Cüceler, Ali KORSAN ve Uzay Yolu Macerası gibi!

Sokakta, tanıdıklara soruyorum; belki seninle konuşmuşlardır diye. Yok, aldığım cevaplar beni tatmin etmiyor. Bazısı var “Yaşlandı o artık” diyor. Bazısı “Bu hızlı siyasete Ali Korsan ayak uyduramaz” diyorlar. Vallahi, söyler bu millet Ali, daha neler, neler ama hadi bende kalsın.

Benim senden bir ricam var ki! Sevabı Allah katında çok büyüktür diye düşünüyorum. Senden başka bunu yapabilecek bir kişi göremiyorum. Silivri’de değil, yanlış anlama! Trakya’da yapabilecek ya da önder olacak kişi göremiyorum. Çünkü karşı taraf bir değil, on değil yüzlerce. (Doğayı katledenler) Ama sen bunların alayınla savaştın her yerde, Kaz dağlarında bile karşılarındaydın. Sıkı dur kahraman, yeni görevin ERGENE Nehrini kurtarmak olacak.

Ergene Nehri, Trakya’nın kuzeyindeki Yıldız Dağlarından doğar. Çok kolları olan bir nehirdir. 283 km. uzunluğunda olup, 17.380 km2 bir havzaya hükmetmektedir. Çerkezköy ve Çorlu sanayi bölgelerinde daha çıkışta kirlenmeye başlar Lüleburgaz ve Babaeski’de bu kirlenme hat safhaya ulaşır. Edirne, Meriç topraklarında Meriç Nehri ile birleşerek Ege Denizi'ne dökülür. İşte tam burada; Meriç’te izledim Ergene’yi. Lacivert akıyordu ve kokusu insanın genzini yakıyordu. Kot rengi olmuş Ergene; üzerinden koca, koca balık ölüleri geçiyordu onlarca yüzlerce. Meriç ilçesinin Saatağacı köyü sakinleri ile görüştüm. “Hiçbir kimse, hiçbir kuruluş ilgilenmedi, beş yıldan beri arıtma yapılacak diyorlar ama gün geçtikçe daha beter bir hal aldı.” diye dert yandılar. Öyle bir iddia da bulundular ki ağzım açık kaldı. “Bu kıyıdan nehre bir köpek atalım karşı kıyıya geçsin bekleyin 10 dakika sonra köpek ölüyor.” Anlaşılan Ergene ölmüş, etrafını da yakıp yıkıyor. Ya döküldüğü yerdeki canlılar. Canım Saroz Körfezi kaç yıl dayanır bu katliama.

İşte Ali kardeşim; seni böyle bir göreve çağırıyorum. Sen ki bu Trakya’ya hükmeder, bu talanın üstesinden gelirsin. Bu uğurda üstleneceğin görev on Belediye Başkanlığı görevinden daha büyük, daha zor ama bir o kadar da kutsal olacaktır. Doğaya yapacağın bir katre katkı, bu dünyada adını ölümsüz kılar ve öbür tarafta mekanın cennet olur. Hadi bakalım tek kişilik dev ordu, göreve çağırıyorum seni. Silivri’nin değil, Trakya’nın Çevreci ağabeyi olma yolunda bir adım at, on binler arkandan gelecektir. Arada birde göster kendini özledik seni.

Kendine iyi bak dostum. DOĞA VE İNSANLIK ADINA YAPACAK ÇOK İŞİN VAR DAHA.
Kal sağlıcakla.

Not: Ergene, Çorlu’dan Meriç’e kadar onlarca tekstil, yağ sanayi ve kimya fabrikalarının atıklarına maruz kalmaktadır.

(13 Eylül 2008)

Yaşasın Cumhuriyet!

Gazetelerin, tarihte bu gün köşeleri vardır; 100 yıl önce, 50 yıl önce şu olmuştu, bu olmuştu diye; günlük tutarlar ya! İşte benim yazım da öyle bir şey.
Tam kırk yıl önce bu gün1968 tarihli sünnet düğünümden manzaralar aktarayım sizlere. O yıllarda Silivri’mizde toplu sünnet düğünleri olurdu, yoksul ve orta halli çocuklar bu şölenlerde sünnet edilirdi. Eh biz de varlıklı bir aile değiliz. Bizi de kattılar kervana.

Silivri’de iki büyük dernek var o yıllarda, hatırı sayılır derneklerdi. Esnaf Sanatkârlar Derneği ve Avcılar Derneği, bu gibi sünnet düğünlerini organize ederlerdi. Bu rekabete bir de Silivri Belediyesinin organizasyonu eklenirdi. Babam kahveci idi esnaf sanatkârları seçti. Ben babama “Sen avcılar kulübü üyesisin oraya yazılalım” dediysem de bir türlü kabul görmemişti.

Rekabet daha çok şölene katılacak sanatçı seçimlerinde olurdu. O yılların meşhurları Nuri SESİGÜZEL, Ahmet SEZGİN, Nurten İNNAP, Seha OKUŞ, Muzaffer AKGÜN, Nezahat BAYRAM, Ömer-Bilge ŞAN. Behiye AKSOY, Mediha ŞEN, Mediha DEMİRKIRAN, İnci ÇAYIRLI, Güzide KASACI, Alâeddin ŞENSOY. Berkant, Beyaz Kelebekler, Alpay, Serpil ÖRÜMCER ve daha niceleri gelmişti.

O yıl, ilkokulu bitirmiş ortaokula gideceğim. Boy pos yerinde benimle sünnet olacakların en büyüğü on yaşında, ben ise on iki yaşındayım. Sıra başı yaptılar zaten, yani ilk kesilecek benim.

Tüm çocuklarda birer mantar tabancası, uzun beyaz gömlekler içinde dizildik. Benim tabancam farklı kendim yapmışım çift namlu, sanırsın av tüfeği. Bütün çocukların gözü tabancada, bende Kaptan SWİNG edaları. Herkesin babası elinden tutmuş, benim babam kim bilir nerede? Olmaması da işime geliyor bir yandan. Yanımdakilere bakıp sırıtıyorum savaş kahramanı gibiyim.

—Bakın artık delikanlılığa adım atıyorsunuz, ağlamak sızlamak yok. Ne yapıyorsunuz? Sünnetçi amcanız tam keserken Önce tabancalar patlatılıyor sonra YAŞASIN CUMHURİYET diye bağıracaksınız, anlaştık mı?

Gözü elimdeki tabancaya takılıyor. Biraz da kim verdi bunu senin eline der gibi bakıyor. “Kendim yaptım” diyorum.

—Aman, yavrucuğum Sen yine de onu havaya doğru tut birinin bir tarafına gelir maazallah.

Ben ise, Yaşasın Cumhuriyet diye niye bağırayım? Ya Zagor gibi ya da Tarzan gibi bağırmanın hesapları içindeyim.

1 A ve 1 B gelsin dediler, numaralarımızla çağırdılar bizi, gittik.

İki sünnetçi oturmuşlar bizi bekliyorlar. Arkalarında iki hokkabaz bizi görünce bağırmaya başladılar. “Kuş çıkacak, civ, civ çıkacak buraya bakın, buraya bakın.

Yan gözle yanımdaki çocuğa baktım. Babası ellerini tutmuş, bir yakını omuzlarından bastırıyor 7 yaşlarında bir sabi. O anda beni kimsenin tutmadığını hissettim. Çocuğun, babasının kollarının arasından elimdeki tabancaya baktığını fark ettim. Baba avazı çıktığı kadar bağırıyor. “Hadi patlat tabancayı, hadi oğlum; Yaşasın Cumhuriyet” Çocukta tık yok. Ağzı açık, gözü kendi imalatım olan tabancada. Çift namlu, ağızdan dolma, bir modeli Kaptan Swing’de var.

Elim yavaşça havaya kalktı ve aynı anda bütün gözler de elimi takip etmeye başladı. Hokkabaz da zıplamayı ve bağırmayı bırakmış merakla bakıyor. Birinci tetik, ÇIT, ikinci tetik ÇIT, büyük bir sessizlik sardı her yanı. Bak şimdi madara olduk derken yandan bir kıkırdama geldi. Çocuk asıldı tabacasına; tek atış PAAT ve “YAŞASIN CUMHURİYET” yaşa, var ol, sesleri arasında çocuk yüzüme gülümsüyor ve babası çekelemesine rağmen gitmiyor. Tabancamı tekrar kurmaya çalışıyorum.

Biri kolumdan çekeliyor, “Hadi, evladım çekil artık, Hadi, YAŞASIN CUMHURİYET deyiver de git yerine. Hokkabaz İyice sokulmuş tabancayı inceliyor, çocuk acısını unutmuş alaycı tavırla bana bakıyor, durmadan kulağımda “YAŞASIN CUMHURİYET” de, diyen bir ses, beni kestiler mi kesmediler mi, farkında bile değilim.

GÜÜM! İki namlu birden ateş alıverdi, iyice sokulmuş olan hokkabaz “Yandım anam” deyip sünnetçinin üstüne devrildi, o yardımcısına çarptı, ortalık toz duman. “Yetişin Hokkabaz vuruldu, Cankurtaran yok mu?” Bu arada çocuk da feryadı bastı korktu herhalde yavrucak, babası olay yerinden hızla uzaklaştırıyordu oğlunu. Kimse benle ilgilenmiyordu. Herkes Kuru sıkı doldurulmuş gaz tazyiki yer yıkılan hokkabazın başında idi. Hala, şişman tıknaz adamın sesi geliyordu uzaktan “YAŞASIN CUMHURİYET demedin”

Babamı gördüm uzaktan “Hediyeni evde unutmuştum almaya gitmiştim.” Gözleri dolu dolu idi. Aldığı hediye bir saatti ve delikanlılığa adım atanların kolunda saat mutlaka bulunmalı idi. Artık bir saatim vardı, bu o yıllarda çok lüks bir olaydı. Ancak o gece el yapımı tabancamı o kargaşa içinde kaybettik ve bizimkiler bunun üzerinde hiç durmamışlardı. Tam kırk yıl sonra o şişman ve tıknaz adamın anısına bağırıyorum: YAŞASIN CUMHURİYET!

(4 Eylül 2008)

Nüans

Nüans; Türkçede karşılıkları ince küçük farklılık, İnce ayırım, ayrıcalık, ayrıntı gibi anlamlar ifade etmektedir. İnce küçük farklılık, minik bir ayrıntı, işte tam burası değil mi? Hani Şeytan ayrıntıda gizlidir dedikleri bu olsa gerek. Öyle ise Şeytan gizlendiği yerden bakıyor bizlere; ve görebilirsen eğer ince ayırımı ayrıcalıksındır diğerinden diyor.


Kışt! Şeytan, kafama şeytanca şeyler sokma.

Yerel basını okuyorum; rüşvetler, avantalar ayırmalar, kayırmalar birbirine girmiş herkes her şeyi konuşuyor. Konuşmayanlar da var, en çok konuşması gerekenler konuşmuyor. Nasreddin hocanın fıkrasındaki gibi.

Nasreddin Hoca, Pazarda kuş satan adama bir papağanın fiyatını sorar çok pahalı değil mi diye sorar. Cevap; ama bu konuşuyor. Koşar gider eve, kapar hindiyi oturur kuşçunun yanına. Kuşçu Merakla sorar bu ne? Hindi. Kaç para? Şu kadar para. Pahalı değil mi? Üstelik bu konuşmuyor. İyi ama bu da düşünüyor. İşte Nasreddin hoca Nüansı.

Selami DEĞİRMENCİ, 15 gündür yerel basında çarşaf, çarşaf beyanatlar veriyor. Rüşvet ve görevi suiistimal iddialarının araştırılmasına kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışıyor. Ve de tek başına yapıyor bunu. Adı koskoca Cumhuriyetle anılan partinin ilçe yönetiminden ise çıt yok. Pardon, İlçe Başkanı bu gün bir beyanat vermiş iki satır kadar, bir gazetenin köşesinde, ne demiş? Halk bize yetki versin demiş.

Ne o? Duyan da Kuzey Irak’a giriyoruz sanacak. Başkan Nüans yapmış. Vardır bir bildiği.

Özcan IŞIKLAR, Bir şey dedi mi? Okuyan, duyan var mı? Yok. O, Adaylığı kesinleşmeden konuşmaz. Ayrıntıyı sever büyük ağabeyi gibi. Ayrıntıdan çıkacak, ama şu yetkiyi bir verseler, siz o zaman görün nüansı (İnce Ayırımı).

Yılmaz KANDEMİR, Asilik ruhunda var, o zaten normal görevini yapıyor. Adam bıkmadan usanmadan anlattı. Şimdi, bakın ben dememiş miydim? Deme hakkını kullanıyor. İnandığının peşinden gitmek sabır ve cesaret ister. Nüanslı! Bir arkadaştır kutlamamız gerek. O, zaten yetkiyi kendinden alıyor.

Selami DEĞİRMENCİ, dört gün boyunca birer gün ara ile dört gazete de dört orta sayfa dopdolu çıktı. Dört günde yapar 64 sayfa, biraz sıksa Ergenekon iddianamesini geçecek. “Ben Silivri’nin doğal lideriyim” diyor. Sordum sen yetki falan istemiyor musun diye? Ben, bu yetkiyi yıllarca önce halkım adına Mustafa Kemal’den aldım. Yetki arayanlar Atatürk’ün gençliğe Hitabesinde ya da Nutuk’ta kendilerinin ne kadar yetkili kılındıklarını göreceklerdir, dedi. Bu NÜANS değil, SÜR RÖLANS oldu Sayın Değirmenci.

AKP ilçe başkanı ile ilgili yazılanlara baktım. O, apayrı bir nüans ondaki yetki; etki, tepki.

Tüm bu yazılanlar için Belediye Başkanı ne demiş diye merak edip gazetelere baktım. Aynen şöyle demiş; Biz laf üretmeyiz, iş üretiriz. Halkın refahı için çalışıyoruz, diyor. Bu da bir nüans.

Sayın başkanım sizin cenahta yıllardır söylenen bir söz var ki; tam bir NÜANS

Ne mi? Büyükşehir Çalışıyor. Dikkat edin bu eş anlamlı bir Nüans.
(26 Ağustos 2008)

Çorba Parası

Tavuk suyuna çorba; ne zaman nezle grip olsak büyüklerimiz hemencecik “Dur ben şimdi sana bir tavuk suyuna bir çorba yapayım şöyle bol limonlu, içince bir şeyciğin kalmaz” derken doğal antibiyotiğimizi tarif ederlerdi. Bin bir çeşidi olup, yüzlerce ülkenin mutfağında yer alır. Canı çektiğinde insanın “Şimdi olsa kâsesine yüz milyon veririm” dediği, bazılarının da fazlasını bile verdiği. Her derde devadır çorba, göze fer’dir, mideye ciladır çorba. Sosyetenin mutfağından, garibanın sofrasına kadar her zaman kendine yer bulan asil yemek çorba.
Gelin görün ki bu asil yemek dünyanın en pespaye, en utanılacak işinin kriptosu oluverdi. Rüşvetin, avantanın, şifresi oldu çorba.

Diyelim ki komşu ülkenin karayollarında trafikte seyrediyorsun arkanda bir ses:

— Komşi vire bir çorba parası.

İşportacı “Ağabey, şimdi bayram ya! Bırak da çorbamıza bakalım. Size de bir çorba çıkarırız. Diyerek yılışır.

Kapkaççı çete reisi, cepten arar yakın arkadaşını: “Ağabey yol var mı bize? Bu akşam Çorbaya Çıkıyoruz”.

Okul önünü mekân tutup öğrenci peşinde gezerken yakalanan uyuşturucu satıcısı polislerin arasından kameraya “ne yapalım Çorbamızın Peşindeyiz” diye sırıtır.

Adamın siyaset anlayışına bakın: “Ağabey yıllarca ilkeli çalıştık da ne oldu? Kim kıymetimizi bildi? Yok arkadaş, bundan böyle ben de çorbayı kovalayacağım”.

Kamyoncu yola çıkarken arkadaşı uyarır: “Paranı bozdurmayı unutma! Çorba paralarını ayır.”

Bir de başkentin çorbacıları vardır; bunlar, ikinci üçüncü hatta beşinci altıncı katta mekân tutmuşlardır. Şık döşenmiş bürolarında otururken iş takibi yaparlar birden telefonları çalar ve çorba düşkünü ağabeyleri sorar: Çorbayı kaynattınız mı? Buyur gel ağabey çorba hazır.

Çorbayı kaynatmada usta oldukları gibi, başkasının adına çorbayı indirme konusunda da deneyimli usta çorbacılar vardır. İtina ile çalışan bu müstesna kişiler her işe atlamazlar ve uyarıda da bulunurlar “Boş ver ağabey, bu iş çorba! Değmez” diyerek işin kalitesi hakkında sizi uyarırlar.

Bazılarını ekranlarda izlersiniz. Onları milyar dolarlık ihaleleri ve Yurdumun trilyonluk arazilerini pazarlarken görürsünüz. Gözünüzün içine bakarak “Çorbada tuzumuz olsun istedik” derken “Ben çorbayım” diyene bir avuç tuzla koştuklarını anlarsın.

Haykırmak, bağırmak isterimde sesim düğümlenir boğazıma.

Ne çorbası be kardeşim, seninki resmen kuzu kapama

Şifre ÇORBA değil mi? Çorbacı.
(19 Ağustos 2008)

Kırlangıçın Ölümü

Balkonumuzun yazlık kiracılarıydılar. Geçen yaz iki yavruları olmuştu. Bu yaz döndüklerinde küçük kızları yanlarında yoktu. İyi tarafından bakıp kendine ait bir yuvası olabileceğini düşündüm. Genç erkek, anne ve babasıyla gelmişti. Ona ‘Kınalı’ ismini vermiştik. Erkek kırlangıçların boyunlarında kahverengi bir halka vardır. Bizimkinin boynu tamamen kahverengiydi.


Geldiklerinde anne ve babasına yardım etti. Geçen yıldan kalan yuvalarını tamir ettiler. Lakin! O, yuvada hiç kalmadı. Gecelerini hemen yuvanın altındaki çamaşır ipinin tahtasında geçiriyordu. Üç gün sonra akşamüstüydü, gelmediğini fark ettim, gecikmişti. Etrafa bakınmaya başladığımda onu balkonumuzun karşısındaki sokak lambasının üzerinde gördüm. Yanında başka bir kırlangıç daha vardı. Evet, tahmin ettiğim gibiydi, hayatı paylaşacak birini bulmuştu.

O geceyi balkonumuzda geçiriyorlardı. Yeni gelen misafirimiz tedirgin olmasın diye ağır hareket ediyor, bir yandan da göz ucu ile inceliyordum. Ne de olsa gelinimiz olacaktı. Pek kendini beğenmiş bir hali vardı, burnu havada birine benziyordu. Kim bilir güzelliğinin farkındaydı belki de. O da çaktırmadan beni izliyor, “Bu da kim?”der gibi bakıyordu. Belli ki, o da geçen yılın yavrularındandı. Kısa bir boynu vardı, karın kısmı bembeyazdı. Kafasını hep yukarda tutuyor, etrafına hep üstten bakıyordu. Adeta bir Fransız asilzadesi, bir Boleyn kızıydı.

Çamur taşıyacak, yuva kuracak birine benzemiyordu. Ne yapalım, oğlumuz sevmişti. Anne ve babanın yardımları ile yuvayı üç günde inşa etti bizimkisi. O, tüm olup bitenleri sadece izlemişti. Üç günün sonunda yalvar yakar girdi içeri. Kınalı, gece yarılarına kadar çalışıyor, ona yiyecekler getiriyor, rahatı için yumuşak tüyler ve otlar topluyordu. İşte ne olduysa o tüyler yüzünden oldu.

Kınalı, günün belli bir saatinde gagasında uzun sapsarı tüyler ile geliyor, bunları onun rahatı için özenle yerleştiriyordu yuvaya. Önceleri sesini çıkarmadı bizimkisi. Bir akşamüstü, Kınalı yokken öfkeli bir şekilde hepsini aşağı attı, tam o esnada Kınalı gagasında aynı sarı tüylerle gelmez mi?

Bir cayırtı koptu yuvada, tüylerle birlikte Kınalı da dışarı atıldı. Bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ama nafile. Bu tüylerin sahibini soruyordu. Kıskanmıştı, bu altın sarısı tüyler çileden çıkarmıştı. Kınalı’nın anne ve babası yuvalarından başlarını çıkarmış olup biteni sessizce izliyorlardı. Anne bir ara “ Kızım onlar insan saçı, senin rahatın için” demek istedi. Bizimkisi çıldırdı adeta, yuvanın içinde tepinmeye başladı. İşte o anda olan oldu. Yuva hızla çöktü, iki küçük yumurta yere düşüverdi. Derin bir sessizlik oldu, Kınalı ile ailesi göz göze geldiler.

Kınalı ne yapacağını şaşırdı, yıkılmıştı Hızla geriye dönüp oradan kaçarcasına uzaklaşmak istedi. Gözleri kararmış hiçbir şey görmüyordu. Birden elektrik tellerine çarpıp hızla yere doğru iniyordu ki, daha havadayken gözü dönmüş aç bir kedi kaptı Kınalı’yı. Kedinin ağzından son kez baktı gökyüzüne. Anne ve babası havada çığlıklar atarak dönüyorlardı. Onu aradı gözleri ama göremedi.
(6 Ağustos 2008)

Börekler Açayım Sana

Her şey bir elmayı yedirmekle başladı veya bir elmayı yemekle başladı da diyebiliriz. Sonra cennetten kovulduk. İnsanlığın ilk rüşvet yemeği bir elma, yaradan emrediyor “yeme” kim dinler, şeytan girmiş aklına bir kere; ye, ye de gör. Binlerce yıldır yediriyoruz ve de yiyoruz.
Mesleki açıdan yemekler:

— Şefim, akşama bir yemeğe çıksak şu bizim kredi işini konuşsak diyor. Şöyle bir güzel kafaları çekeriz. Kafamıza göre takılırız. Sana çok orijinal bir balık yedireyim.

Girişi görüyor musunuz? Kredinin K’sı ortada yok, adam sahiplenmiş bizim kredi diyor. Karşısındakine de dikte ediyor, bizim kredi diye. Orijinal balık da nasıl oluyorsa? Gel de meraktan çatlama, çaresiz vereceksin krediyi o gece.

Mesafe kısa, ikramiye büyük.

Koskoca firmalar ürünlerini satabilmek için 5 yıldızlı otellerde seminer adı altında 5 gecelik, 6 gecelik, yatılı 5 yıldız lüks üstü lüks yemeler içmeler sunuyorlar bayilerine yeter ki ürünümüzü iyi pazarlayın. Bir daha ki toplantımızı daha süper yerde ve güzel sürprizlerimiz ile sunacağız sizlere. Bir yıl o sürprizin hayali ile ne çalışırız ama değil mi?

Mesafe uzun sayılır ama ikramiye oldukça büyük.

İlişkiler açısından yemekler:

Bizim gençliğimizde kızlara arkadaşlık teklif edilirdi. Nerede olurdu bu? Semtin pastanesinde. Duble limonata, kalın bir dilim pasta. Arkadaşlık teklifi yapılır. Eh, kız da yavaş yavaş pastayı götürmeye başladıysa oldu sayılırdı. Zaten olmayacaksa kız tavrını baştan koyar kalkıp giderdi. Kızın peşinden hemen kalkamazdık, kıza gelen pasta ve limonata geri gider mi? Zaten son parayla ısmarlanırdı bunlar. Yerken de pastaneciye ayıp olmasın havası takınılırdı. Ne dersiniz… Aşk, kısacık ama masraf büyük…

Şimdiki zamanda böyle mi ilişkiler? Boy friend ile Laila’da, Reina’da yemekler, aşağıya kurtarmaz ağabey, yoksa yok, ne verirsen elinle o gelir seninle değil mi? İn olmak var, manita adama karizma yaptırmalı. İkramiye burada, işin başında kaptın kaptın; sonrası hayal yani, bye.

Hele bir ilişki vardır ki iki grup arasında vallahi lokanta hep açık kalmalı sıkılan gidip yemeli arada bir. Günlük mönü çıkmalı hatta nöbetçi piyanist uygulamasına geçilmeli bence.

— Oğlum bu yemekte nerden çıktı yine? Biz bu arkadaşlara daha iki gün önce yemek vermedik mi?
— Verdik efendim ama bu sefer ki yemek, onları toplantıya almadık diye.
— Yavrum evladım insanı hasta etmeyin, geçen seferki ne içindi?
— Efendim, geçen seferki yemek; arkadaşları toplantıdan çıkarmıştık onun içindi.
— Anlamıyorum, parti neden vermiyor bu yemekleri de biz veriyoruz?
— Efendim, zaten hafta sonunda bir yemek daha vereceğiz arkadaşlara.
— Anlamadım, o niye?
— Efendim, partililerimizle arkadaşları barıştırma yemeği olacak bu.
— Gidin söyleyin ben partiden istifa ediyorum.
— Efendim, yarın sabah da Akçeşme sokağının sakinlerine kahvaltı vereceksiniz.
— Neee! Kim seçti o sokağı? Ulan o sokakta üç bin kişi yaşıyor.
— Efendim, asfaltlama çalışmaları sone erdi diye siz karar verdiniz. Halkımla sabah kahvaltısı yapacağım demiştiniz.
— Gidin, söyleyin halkıma, ben başkanlıktan da istifa ettim.

Neşeli ve yemekli günleriniz çok olsun.
(31 Temmuz 2008)

Gece Yarısı - 3

Derin bir sessizlik çökmüştü ortalığa, ilk defa minik şelalenin sesini duydum. Güneş çınarların arasında belli belirsiz artık, akşam olmak üzereydi.
Köylülerin bizden bahsettiğini duyar gibi oldum. Bu arada masalarını oldukça uzağa taşıdıklarını fark ettim.

—Misafir delikanlı da hoşçuna biri, baksana yarım dünya ile bayağı gaynaştılar.

Kahkahalar atıldı, kadehler kalktı şerefimize uzaktan.

Kim bilir ne zamandır yemek yememişti, masaya gelen salata ve keçi peynirlerinin bittiğini fark ettim. Durmadan yüzüme bakıyor beni inceliyordu. Salataya baktığımı fark etti gözlerini kaçırdı. “Üzülme, tekrar söyleriz” ve usulca sordum: “Adın ne?” Dönüp arkadaki köylülere baktı.
—Birazdan minibüs almaya gelir bunları, sonra konuşuruz.

Hiç buralılara benzemiyordu, aksanı da öyle. Yer, yer beyazlamış kızıl saçlar ve deli mavi gözler, küçücük bir burun. Bu etli yüzde kaybolmuş güzellikler olarak gözüme çarpıyordu. Bu arada etlerimiz ve salatamız gelmiş idi. Egenin rakısını pek tutmam ama gece uzun olacaktı. Bir yetmişliğin bildirimini de çoktan içeri vermiştik.

Köyün minibüsü homurdanarak geldi.

—Ülen sarı, serkisof saat gibisin. Gel hele bak burada kim vaa. Talip, sarı geldi. Göğdün mü len? Getir rakısını adamımın.

Meyhanecinin adı Talip’miş, onu da öğrenmiş olduk. Derken, bizimkinin sesiyle irkildim.

—Sevinç, adım Sevinç. Aslen Bursalıyım ve sen ona çok benziyorsun.
—Sevinç ha, peki o kim? Ben kime benziyorum?

Bak, gidiyorlar dediğinde meyhaneci Talip de onlarla yol aldı. Bizden mi kaçtılar, oldular da mı gittiler bilemiyorum. Şimdi minicik bir adada yarım dünya Sevinç ile beraberiz tarifsiz kokular içinde. Kimselere anlatmadığı hikâyesini dinlemeye sabırsızlanıyordum Sevinç ablamızın.

—Hayatımı verdiğim adama çok benziyorsun. O bir siyaset adamı idi, bakandı o.
— Ne bakanı diye sorduğum da espriyi patlattı; güne bakandı deyince gülmeye başladık.
—Tanıştığımızda henüz yirmi iki yaşındaydım. Yeni mezun olmuştum fakülteden, bizim bölgeden milletvekili seçilmiş, iş bulmamda yardımcı olur diye Ankara’ya kadar gitmiş idim. Gidiş o gidiş işte, öncesi sekreterlik, sonra metreslik. Dokuz yıl süren bir aşk hikâyesi. Evliydi, çocukları vardı, arada bir gider sonra yeniden birlikte olurduk. Gezmediğimiz ülke kalmamıştı. Yurt içi, yurt dışı gezilerinde hep yanındayım. Ben de onu sevmiştim. Bir gün eşi öğrenmiş durumumuzu, canı çok sıkkındı onların yanına gitmek üzere o gece yola çıktı. Feci bir trafik kazası, kurtulamadı. Kimsesiz ve beş parasız bir halde ortada kaldım. Kendimi alkole vermiştim. Alkol bulabilmek içinde pavyonlarda çalışmaya başladım. Zamanla oralara da almadılar. İki yıl önce geldim buraya. Tam buraya; senin gibi indim ben de köyün minibüsünden. Hemen her gün gelirim. Yabancılar gelince bakarım yüzlerine acılarını anlamak isterim. Hiç konuşmadan bakarım öylece. Başlarından gideyim diye bir şeyler ısmarlarlar bana. Sen çok bonkör çıktın. Sahi, senin adın ne?

Gece karanlığında bana bir şey göstermeye çalışıyordu. Beraber yemeğe çıktıklarında çekilmiş bir fotoğraf eskimiş, solmuş. İncecik kızıl saçlı, çilli bir kız. İki mavi göz gülümsüyor. Sıkı durun şimdi. Karşısında oturan adam adeta benim. Başkasına göstersem olmadığıma inandıramam

Sarı’nın korna sesiyle uyandım. Bana sesleniyordu. Etrafıma bakındım Sevinç yoktu. Gitmiş. Başka araç bulamayacağımı düşünerek koşarak Sarı’nın minibüsüne atladım. Bana takılıyordu “Yarım dünyayı pes ettirdin ya helal olsun sana. Ya arkedeş, ne anlattın ona o kadar, o hiç gonuşmaz ki”… Ben, ben bir şey anlatmadım koca gece o konuştu, dediğimde yolcular gülmekten kırılıyordu. “Sen akşam bayağı iyi olmuşsun arkedeş, yarım dünya heç gonuşmaz adını dahi bilmeyiz”

Akhisar’a gelmiştik. Minibüsten inerken döndüm ve onlara “Adı Sevinç” dedim. Ben minibüsten oldukça uzaklaşmama rağmen onlar hala inememişlerdi. Şimdi gülme sırası bende idi ve hızla Köfteci Ramiz’e daldım. Tavsiye ederim. Akhisar’a gittiğinizde Ramiz’in köftelerinin tadına bakın.

(27 Temmuz 2008)

Gece Yarısı - 2

Tuvaletçi kapıyı yumrukluyor. “Hadi hemşerim çamaşır mı yıkadın beş ton su akıttın?” Anlıyorum ki benden bir beşlik gidecek, Allah’tan on ton demedi.

Nereye kadar geldik? Kaçan otobüs nereye gidiyordu? Burası neresi? Üst baş nasıl kurur? Of aman Allah’ım!
—Dayı, burası neresi? Acaba kalacak yer bulabiliriyim?
—Sen önce oradan bir beşlik ateşleyesin, yatma işini hallederiz sonra.

Altıncı hissime her zaman güvenmişimdir. İçimdeki ses, beş papelin gideceğini bildirmişti bana. Ulan bu ihtiyar, bu güzergâhta çalışan otobüslerin kaptanlarını tanır herhalde?

—Pehlivan ağa, bana yardımcı ol be! Neredeyim ben, üstelik otobüsü de kaçırdık.

Islak pantolonuma bakıp, olayı anlamaya çalışıyordu.

—Te be İnecik köyüdür burası. Birazdan gelir İzmir arabası, söyleriz senin arabayı kaçırdığını, aynı firmanın yolcusu deriz be ya!
—Tabii ya!

Tekirdağ’ı geçmişiz demek ki. Dediğim gibi oldu, otobüs geldi. Pehlivan aga, kaptana beni anlatıyordu, bir yandan da gülüşüyorlardı. Yanıma geldiğinde:
—Tamamdır, ha binesin arka tarafa dikkatli olasın gene doldurmayasın.

Otobüs durduğunda uyandım, öğlen çoktan geçmişti. Otobüsümüz ihtiyaç molası vermişti. Akhisar yakınlarındaydık. Benzinliğe bir köy minibüsü geldi. İçinden inenlerden ikisinin konuşmalarına takıldım.

—Nettiriyon geleyon mu Çınar’a gafaları çekmeye? Sabah kuzuyu keseceydi. Gidinin deyyusu koca göye haber salıyor.
—Akşamdan yapıyor aşıyı desene. Varalım bir ufağın belini kıralım.
—Galır mıyız bi ufakta ülen?

Kalmazsınız, kalmazsınız. Bak şimdi ya, bana yapılır mı bu! O çınarı ben de merak ettim. Az sonra ben de onlarla birlikteydim. Bu iki kafadar nereye kadar giderlerse, ben de arkalarından gidecektim. Çok geçmeden işareti verdiler zaten.

—Ülen Sarı, bizi Çınar’da indir oğlum. Sen de gel sonra.

Ben de arkalarından seğirttim. Az bir yürüdük. O ne ya, bu nasıl bir yer böyle, dünyanın sekizinci harikası burası olsa gerek. Anlatılmaz, yaşanır burada.

Küçük bir şelale akıyor. Billur gibi bir su, etraf çınar ağaçları ile dolu. Küçük bir tahta köprüden geçiyorsun, ortada yüz metre kare kadar bir adacık tahtadan eğri büğrü masalar, masaların etrafından dolaşan sular. Etraf serin mi serin. Evet, masanın birine de ben çöktüm. Ağaçta sallanan yeni kesilmiş bir kuzu.

—Arkadaş, sen bizi takip ettin gari emme yaktın bizi. Gelir şimdi bizim sidikli, bir misafir gelsin kokusunu on kilometreden alır. Geçer karşısına oturur bakar durur yüzüne. Eh gel otur orada artık, kokusu siner etrafa gitse dahi kalır kokusu.

Bu koku muhabbeti canımı sıkmıştı. Çaktırmadan bize mi çakıyorlar lafı anlamadım gitti.

—Akşamdan kalma gibi bir halin var delikanlı.

Anladın ya tebrik ederim yani.

—Demedim mi ben; aha geleyo işte bizim yarım dünya kokusu ta nerden geleyo. Aman delikanlı bu şimdi gelir masana oturur başlar sana bakmaya. Hiç durma kalk git bir tur at. O arada gider bir bira veririz eline göndeririz.

Yarım dünya dedikleri bir kadın; yüz elli kilo civarında, köprüden geçerken ha çöktü ha çökecek diye iç geçirdik. Kaçacak bir yer yok, yüz metre kare bir adacık, doğru benim masaya.

Göz göze geldik, gülümsedi, masmavi gözleri var; burnunun üstünde çilleri ile yaramaz bir çocuğu andırıyor, öylece bakıyor.

—Konuşmaz o, konuşmaz. Kimse görmedi konuştuğunu. Misafir ne olursun kalk git bir dolaş gel, söz senin içkini biz ısmarlarız dayanamıyoruz artık.

Benim gitmeye mecalim mi var. Bakışıyoruz yarım dünya ile hem kendime de yakın hissetim onu. Burnum da alıştı zaten. Olayı patlatıyorum; “Rakı içer misin?” diye soruyorum. Karşı masadan feryatlar yükseliyor bir anda. “Yandık ki ne yandık, gitmez artık sen gitsen de o gitmez kalır burada bir hafta kalır, sen döneceksin zanneder. Bekler durur burada, yandık ki ne yandık.”

—Artık gitme, otur burada da içsin bir kadeh, belki kendiliğinden gider. Ne yaptın be aganın.

“Neden yabacılara böyle davranıyor? Sizin köylü mü? Gerçek ismi ne?” sorularını tek tek sormaya başlamıştım ki, birden kısık incecik bir sesle konuşuverdi.

—Onlara sorma ben anlatırım sana. Konuştuğumu da sakın belli etme onlara.

Donup kaldım! Konuştuğunu bu güne kadar gören olmamış, duyan olmamış ama o benimle konuştu. Sessiz ve usulca konuştu.

Gelecek yazıda, konuştuklarımız...

(23 Temmuz 2008)

Gece Yarısı

Silivri’nin yaz mevsimi kısadır. Ömrü iki yağmurla bir rüzgâr arasıdır. Sahilde iki yudum rakı içemeden, bir balık yiyemeden geçer gider yaz dediğin. Bunu bildiğim için de yaz gecelerinde uzun tutmaya çalışırım zamanı.
Yatmaya alabildiğine geç giderim. Gel gör ki, uyumak ne mümkün; içerimden bir ses: “Ya! Sen git kafayı çek sonra da gel yat. İş mi şimdi bu senin yaptığın!” Değil, biliyorum… İstediğim cevabı vereceğini bildiğim için merakla ve kısa bir şekilde soruyorum o içimdeki kovamadığım sese: “Eee?”
İstediğim cevap gelir: “E’si yok! Kalk hadi düş yollara da düşlerin gerçekleşsin.”
Çoktan otobüse binmiş gidiyorum. Nereye mi? Binerken sormadım ki!

Muavine sorarım.
— Sizin arabada kolonya var mı?
— Var!
— İyi o halde servis yap, birazdan hava ısınır ve içeride anason kokusu hızla yayılır. Kolonyan yoksa ben vereyim benim kolonyanın adı Arkamdan Gel,
— Var ağabey, senin ki kalsın.

Muavin haklı, bırakın arkamdan gelmeyi, o an biri benimle karşılaşsa inanın yolunu değiştirir.
O da ne ya? Ulan çorabın tekini giymişiz teki yok. Onu da kurcalamayalım. Şimdi her tarafı anasonla karışık ayak kokusu kaplamasın. O da ne? Yapma, olamaz! Benim gibi bir denizcinin midesi bulanamaz, bulanmamalı.
Bulandı bile hem ki, ta dipten geliyor, lodos sanki mübarek.

— Kardeş poşetin var mı? Çabuk olursan iyi olur.
— Tamam, geldik işte, Ya! Ağabey iki dakika da arabanın içini Ümraniye çöplüğüne çevirdin.
— Konuşma layn. Bu torbayı kafana geçiririm görürsün çöplüğü, Ümraniye’yi.
— Tamam, kızma birazdan mola veririz. Temizlenirsin. Ağabey, çok içmişsin?
— Sana ne!
— Nereye gidiyorsun?
— İçmeye.
— Patla.
— Bana mı dedin?
— Yok, kaptan çağırdı da hadi eyvallah.
Defol, biz de yedik sanki. O da ne ya, bağırsaklarım kıyılıyor adeta. Kıyılıyor mu? Tabii ya! Gece yarısı kokoreç mi yenir?
—Hop! Muavin bey kardeşim, hani mola verecektiniz?
— Tamam, geldik az kaldı. Sık dişini, bak bizim dişlerimiz neredeyse sökülecek yerinden.
Ne demek istedi şimdi bu? Düşünecek halde değilim, arka kapının alt basamağında yolculuk ediyorum artık. Durduk mu ne? Evet, kaptan bana sesleniyor. Kapı açıldı ayaklarım toprağa basıyor. O da ne? Koca otobüs kaçıyor, resmen beni bırakıp kaçıyorlar. Tuvaletler, tuvaletler ne taraf…
Acele etmeme gerek kalmadı artık, umarım sular akıyordur.
İşte böyle bir gecenin sabahında tanıdım onu. Hikâyesi gelecek yazıya kalsın.
Kalın sağlıcakla...

(13 Temmuz 2008)

Yaralısın...

Silivri’ye geldiğin günü anımsıyorum. Üç kız arkadaştınız. İkisi gitti, sen kaldın bu küçük sahil kasabasında. Gözlerinde yemyeşil umutlar, kalbinde kocaman bir sevgiyle.
Ayrılmaz beş kişiydik ve tek bayan sendin aramızda, olsun… Sıkı mı sıkı arkadaştık, her yere beraber giderdik, bu son gittiğin yere kadar. Bu sefer olamadı, biz gelemedik, götürülmene de direnemedik. Ne oluyor bile diyemedik.

Önce gözlerindeki umutların yeşerdi. Sana iş bulunmuştu, artık bizden biriydin Silivriliydin. İş buldun diye ne çok sevinmiştik. Koskoca dört adam, senin ilk maaşını bir gecede yemiştik. Sana çok alışmıştık çok, kimseyi aramazdık, sormazdık, akşamları hep yolunu kollardık.

Kafaları çektiğimiz bir gece isyan ettin, ağlıyordun gelmek istemedin bizimle, kala kalmıştın sahilde. İlerde eşin olacak arkadaşımız da kaldı yanında, bir daha da dönmedi aramıza. Zaten sizden sonraki bizim üç kişilik berberlik de pek yürümedi be.
Yıllar ne çabuk geçiyor değil mi? Büyük oğluna hadi bir şekilde anlatırız yokluğunu da, ya küçüğün o minicik yüreğinde nasıl bastırırız annesizliğinin korluğunu.
Evinizin önünden geçtim dün akşam, sokağınızın başında koca bir afiş asılı idi. Önce senin içindir diye umutlandım, bir parti destek veriyordur diye. Yok değilmiş be arkadaşım! Sokağınızı asfaltlamış belediye. Eh, ne yaparsın; seçimlere de az kaldı. İşte çalışıyor büyük şehir belediye
Ne olur, “Neden, niçin benim” diye sorularını sorma kendine, yer bitirir sorular insanı içerde. Hem dışarıda neler oluyor bir bilsen bak! Bir belediye daha basıldı, dört yüz askerle. Bunu gören halk darbe yapıldı sanmış, orada da 41 kişi tutuklanmış.
Ölümden döndüğümde ben, annen vardı başucumda. “Bunu atlattın ya şükürler olsun, dur bakalım, daha çok mangal yapmaya gideriz biz” demişti. Ya, böyle işte kardeşim, o gün bu sözler bana ne iyi gelmişti. İnan gözüm, şimdi mangal bir kibrite bakar döndüğünde.

Senin arkadaşın olmaktan çok gururluyum, her gün onlarca dostumuz geliyor, senden haber almak için yanıma. İnan gözüm, hepsi de çok seviyor seni Allahıma Kitabıma.
Hadi, şimdi kafana takma bütün bunları, kolay geçmez iftiranın kalpteki ağrısı. Daima iyi şeyler düşünmeli, arkadaşımın mahpustaki karısı.

Cemi cümlemiz, cümlenize selam ediyoruz, güzel haberlerinizi bekliyoruz.

(8 Temmuz 2008)

Ben Ayıları Severim

Ayı deyip geçmeyin, hayvanlar âleminin ağır abisidir. Onlar, kendi başlarının çaresine bakmasını bilir. Öyle küçücük bir ceylanın peşinde üçü, beşi birden koşturup etrafını sararak ya da pusu falan kurarak avlanmazlar. Allah ne verdiyse geçinip giderler. İllaki öldürme gibi bir eğilimleri de yoktur. Meyve, balık, çeşitli otlar ve bal yiyerek açlığını yatıştırır.
Aslanların dişileri avlanır, erkekleri gider büyük dilimi kapar. Ayılar ise dişilerine bakar, hele hamilelik döneminde ise adeta üstüne titrer. Aslanın ise umurunda bile değildir.
Dedik ya harbi hayvandır diye. Zorda kalsa dahi yanına arkadaş çağırmaz, dikilecekse dikilir. Öyle fazla bir hırsızlığı falan da yoktur. Biraz bal aşırır, hepsi o. Çakalları sevmezler; sırnaşıktır çakallar, kovarsın gitmez, malına avına ortak olurlar, rahat bırakmazlar. Ayılar insanlardan uzak durmasını bilir. Çünkü pek güvenilir bulmazlar bizi. Çok çektirmiştir insanoğlu ayılara. Bakın aşağıdaki hareketlerin hiçbirini ayılar yapmaz.
Çevrecidirler de öyle kafayı çekip bira şişelerini denize atmazlar. Yürürken yollara tükürmez, sokaklara çöp atmazlar. Trafikte kırmızı ışıkta geçme gibi olasılıktan uzaktırlar. Ormanlarını ise hiç mi hiç yakmazlar. Yolda kadına kıza laf atma gibi alışkanlıkları olmadığı gibi, asla dedikodu yapmazlar. İşine hile, aşına haram, aşklarına ise günah katmazlar. Arkadaşını ise asla satmazlar. Bütün bunları biz insanlar yaparız da, neden yapanlara “vay ayı vay “ deyip, zavallı ayıları suçlarımıza ortak ederiz.
Kim bilir, kıskandık mı acaba onları? Bu yüzden mi bu kadar iftira attık. Baksanıza eskiler neler demiş; sevmedikleri birileri için, ayıdan post, falancadan dost olmaz. Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek, Ne demekse? Aç ayı oynamaz demekle karşımızdakine neyi anlatmak isteriz.
Onları küçükken yakalayıp sirklerde oynatırız. Bateri çalar, ön ayakların üzerinde hamuta kalkar, incecik bir telin üzerinde bisiklete binerler. Çocuklarımız çılgınca alkışlarlar onları.
Ya şansı tutmayan ayıcıksa burnunda halka ile sokaklarda bilmem kaç defa bayılır, ucu çivili bir sopa ile itelene, itelene taklit eder hamamda bayılan kocakarıyı.
Eğer bir gün ormanda özgür bir ayı görürseniz kulak kabartıp dinleyin, şarkı söylediğini duyacaksınız.
Zaten ayının bildiği 10 tane şarkı varmış, 10’u da armut üstüneymiş.
(7 Temmuz 2008)

Siyaset Meydanı, Belediye Çıkmazı, Adalet Apartmanı, No: 5393

Diyelim ki, yerel yönetime veya bu yönetimin alt kadrolarına talipsiniz. Ve de adres soruyorsunuz değil mi? Halk size yolu gösterir: Siyaset meydanına gel kardeşim, orada dur! Bir konuşma yap halkına, seni muhakkak belediye çıkmazına yönlendireceklerdir. Adalet Apartmanının yanındaki binadan gir içeri, oh işte; istediğin yerdesin! Bu yer, bu koltuk, bu makam senin artık. Burada beş yıl ikamet edeceksin, hani eskilerin bir lafı vardır: Ev alma komşu al, derler ya! Komşularını incitmeyeceksin, Komşunun gözü üstündedir bileceksin, yüksek sesle konuşmayacak sesini yükseltmeyeceksin.
Belediye çıkmazında oturman da bazı madde ve kanunlara bağlıdır. Bu kanunlara uyar mısınız, uymaz mısınız, bilemem. Bilmeniz gereken, o yanı başınızdaki Adalet Apartmanında kimler oturduğu.

Bakın, yerel seçimlere bir yıldan az bir zaman kaldı partiler ve adayları ısınmaya başladı.

AKP yerel yönetimi icralarını anlatıyor, eh haklılar da birader. İlçeden köylere, tarladan çayırlara kadar asfalt oldu her yer. Çiftçi tarlasına traktörü ile asfalttan gidip geliyor. Yer, gök doğalgaz oldu. Gak desen su, iki milyon kişiyi kaldıracak alt yapı yapıldı. Hizmetler devam ediyor. Efendim, Büyükşehir zaten yapacakmış bunları… Peki, belediye yönetiminin başarısı yok mu? Bence var, ama! Bende başka bir duygu var. Tüm bunlara rağmen sanki bir şeyler eksik ya da ben tatminsizim. Sokaksa aynı sokak, komşu ise onlar da aynı apartman ile komşular.

CHP’de ise yerel yönetim adaylığına dört aday var Mümin TUĞLU, Özcan IŞIKLAR, Selami DEĞİRMENCİ ve Yılmaz KANDEMİR.

Mümin Hoca’nın Değirmenköy beldemizden deneyimi var. Yapar mı? Yapar. Peki, Ne yapıyor? Sessiz mi? Sessiz. Bekliyor.

Özcan IŞIKLAR, yapar mı? Alasını yapar, Belediyeciliği iyi öğrendi, Trakya’yı eyalet yap, ver yönetsin. Peki, ne yapıyor? Hiç! Ne yapsın? Bekliyor! Neyi bekliyor? İsminin açıklanmasını bekliyor. Açıklanmadan çalışmaz mı? Dürüst çocuktur, kopya vermek istemez.

Selami DEĞİRMENCİ… Altın kemeri 3 yıl üst üste kazanmış pehlivan edası ile dolaşıyor. Çalışıyor mu? En fazla çalışan, desek yalan olmaz. Zaten hiç durmadı ki, gittiği günden beri muhalefet yapıyor, içte ve dışta amansız mücadele ediyor.15 yıl boyunca partisi iktidar olamadı ve 15 yıl boyunca Silivri Belediye Başkanlığını yönetti. Ağlamadan, sızlanmadan ve de 15 yıl boyunca yandaki apartman komşularından tek bir şikâyet gelmeden. Pekâlâ, eksi yönü ne derseniz? Sıkıştırmaya pek gelmez. O’nun için siyaset savaşında her yol mubahtır. Peki, ne yapar? Sağ partiye bile geçer. Yapma ya! Yine mi?

YILMAZ KANDEMİR, iki üniversite bitirmiş, Selami DEĞİRMENCİ ile aynı meslek grubundan gelir. Hesap adamıdır. Üstelik Yılmaz, oturur bir de sağlamasını yapar. Çalışıyor mu? O da meslektaşı gibi hiç durmadı. Değişik çalışma yöntemleri vardır. Tabanın nabzını tutmasını iyi bilir. “Sevgili Yılmaz, yaptığın çalışma ile Silivri’nin geçmişini kurtardın, ama Silivri’nin geleceğini kurtarabilecek bir formülün var mı?” Yan komşu ile arası nasıldır, derseniz? Eh, çekinir biraz komşularından.

Belediyecilik zor zanaattır. Kılı kırk yaracaksın, ince eleyip sık dokuyacaksın. Zirveye bir şekilde çıkarsın, önemli olan orada durabilmendir. CHP’li iki belediyemiz mahkemelik oldu, tutuklamalar oldu (mahkemeler neticelene kadar herkes masumdur). CHP bu konularla ilgili olarak iki beyanat verip beklemeye mi çekildi. Bir çalışma yapılıyor mu? Halk bilgilendirilecek mi? Yoksa “Herkes adalet önünde kendi hesabını versin” mi denilecek? Sezen Aksu’nun güzel bir şarkısı var, tavsiyemdir “Ben sende tutuklu kaldım” iyi gelir, dinleyin. Benim ise dilime bir başka şarkı dolandı bu günlerde nedense!

Sen zahmet etme yerinden,
Gürültü yapmam derinden.
Parmaklarımın üzerinden,
Su gibi akar giderim.

(30 Haziran 2008)

Ahh Sinan!

Gömleğin sol üst cebinde sigara paketi, paket yarıya kadar çıkmış. Çünkü alttan kibrit destekli, sigaranın markası önem arz ediyor; okunmalı...
Saat öğlen 12.00’ye geliyor konuyu uzatıyor da uzatıyor. 12.00’yi buldurursa öğlen yemeğini kurtaracak. Alttan dalıyor, alttan alıyor, gözler saatte; ha oldu, ha olacak.

Karşısında da Mimar Sinan Özkan var. Kurtarmaya çalışıyor memleketi. Arkadaş ise öğle yemeğini!
Saat 12.00’ye geldi gelecek, son bir gayret yükleniyor konuya, karşı koyuyor en keskin haliyle; bu, burada bitmez, devam etmeli. Mimarımız bakıyor saate “öğlen oldu artık, yemek yemeli.”

Arkadaşımız da atlıyor hemen lafa “Haklısınız, konu yemekte devam etmeli.”
Pilav üstü döner kesmiş, bizimkinin sesi soluğu, çıtı çıkmıyor; masada şifasını arıyordu yoğurt ve de salatada.
Ha gayret, doydu doyacak bizimkisi. Gözü tatlıda haspanın, bir taraftan da peşinden masaya gelecek hesabın.
Ne olur Sinan’ı sormayın bana. O, sarmış siyasete, girmiş havaya, dinleyeni yok işte konuşuyor havaya.
Atı alan Üsküdar’ı geçmiş gidiyor, mübarek ipten boşanmış gibi yedikçe de yiyor.

Çorbadan girdi, çıktı döner kebabından. Hiç haberi yok masanın hesabından. Nihayet doydu, doğrulttu belini, kolonyalı mendil ile de sildi ağzını yüzünü ve elini. Beklemedi masadan kalkması için kimseyi, gitmek üzereyken döndü baktı Sinan’a… “Eğer” dedi “Kazanırsa tuttuğun adayın, o gün bendedir yemek hesabın.”
Bakakaldı Sinan, gidenin arkasından. Merak ediyorum Sinan kardeş: Ne zaman kurtulacaksın bu Sarışın Sevdasından?

(22 Haziran 2009)

Vefa İstanbul'da Bir Semt, Şefkat İse Bardaki Sarışın...

Serin bir sonbahar akşamı, beş yıldızlı otelin barı tıklım tıklım dolu. Genç adam bara geldiğinde; yıkılmış, hayli üzgün, hayli ağlamaklı…
Ne garip… Barın piyanisti, şarkısını gelen bu genç adam için söylüyordu adeta…
Haydi, vur kendini şaraba öleceksek ölelim.
Haydi, vur! Haydi, vur! Öleceksek ölelim, öleceksek ölelim, ölelim.
Genç adam başını kaldırdığında barda oturan sarışın adamı fark ediyor.
Genç adam hayli üzgün ve hayli ağlamaklı:
—Fark edemedim bağışlayın lütfen. Affetmeseniz de olur, nasıl olsa bu gecenin sonu da olmayabilir.
Sarışın adam, şefkat dolu gözlerle bakıyor genç adamın beyaz yüzündeki kaybolmaya yüz tutmuş siyah gözlerine. Bu gözleri tanıyor ve bu gözlerin gülmesi gerektiğine inanıyor.
Sarışın adam,
—Hey dostum! Seni böyle bu dünyadan vazgeçirecek kadar üzen nedir? Kimdir?
Genç adam, hayli üzgün ve hayli ağlamaklı:
—Ben, evet ben, hatalı olan benim. Sevenlerime vefasızlık ettim, onları çok hesapsız ve umarsız bir şekilde üzdüm. Onların yanında olmaya hakkım var mı?
Sarışın adam, şefkat dolu gözlerle gülümseyerek:
—Haydi, kalk şimdi gidelim. Sen benim dostumsun, seni böyle bırakamam. Bir hal çaresine bakarız elbet.
Ellerinden tutarak genç adamı ayağa kaldırdı. “Haydi, şimdi gidelim, yarın yapacak çok işimiz var”
Kol kola bardan çıkarlarken, piyanist arkalarından son şarkısını okuyordu:
Elimde kandil, gözümde mendil, şefkat arıyorum, dost arıyorum.
Takma kafana arkadaşım. Boza darıdan olurmuş; benimki de bozadan çıkan şefkatli bir hikâye zaten.
(15 Haziran 2008)

Kurdun Kısmeti

Hikâye bu ya! Adam işsizdir, parasızdır ve de açtır. Kapı kapı dolaşıp iş aramaktadır. Zarla, zorla çiftliğin birinde çobanlık işi bulur.
Bir gün koyunları otlatırken “Dur şunları bir sayayım” diyor. O da ne? Bir tane eksik değil mi? O gün söylemez patronuna. Ertesi gün aynı şekilde bir kere daha sayar, bir koyun daha eksilmiştir. Panik içinde koşar, gider patronuna anlatır durumu. Adam umursamaz “Olur böyle şeyler. Aylığından azar azar keseriz, ödersin canım” deyince, bizim çobanı bir telaş alır. Ertesi gün sürüyü meraya çıkarmaz, ağılda bakar. Gece olunca da bir ağacın tepesine çıkarak sürüsünü gözlemeye başlar. İçinden hep bir hırsız yakalamayı hesap etmektedir. Gece yarısında bir çıtırtı duyar. Sesin geldiği yere dikkat kesilir. Çitin arasından bir koyun dışarı çıkmış, ıssız ovada yol almaktadır. Takip etmeye başlar koyununu. az sonra bir mağaranın önüne ulaşırlar ve koyun mağaradan içeri girer, çobanda koşarak mağaranın önüne gelir ve de ne görsün içeride? Beli kırık, dişi dökük bir kurt yatmaktadır. Koyun da doğru gider kurdun önüne yatar. Beli kırık dişi dökük kurt koyunu oracıkta boğazlar ve yer.
Çoban, gece yarısı koşarak kendi evine gelir. Karısı “Ne oldu bey” diye merakla sorar. “Hemen ocağı yak. Benim döşeği de ocağın yanına ser, demliği de ateşin üstüne koy. Ben artık işe gitmeyeceğim burada yatacağım. O Rabbim ki beli kırık bir kurdun kısmetini ayağına kadar gitmesini sağlıyorsa benim de kısmetimi de getirecektir” deyip yatağına girer. Çobanın karısı biraz korkmuş, biraz üzgün, biraz da kızgındır. Aradan bir hafta geçer kadın kocansın karşısına dikilir ve elindeki çapayı göstererek: “Evde yiyecek bir şey kalmadı, ben tarlaya çalışmaya gidiyorum” diye çıkışır çobana. Çoban yatağın içinden seslenir: “Kısmetim ayağıma gelecek, göreceksiniz”.
Kadıncağızın tarlada geçen ikinci gününde, çapa yaparken çapasına ağır bir cisim takılır. Eğilir bakar ki bir küp, küpün ağzını açar ki ne görsün? içi altın dolu! hemen olduğu yere gömer. Akşam eve gelince kocasına anlatır ve “Hadi gidip alalım” deyince, çoban ne söylesin beğenirsiniz? “Olmaz kısmetim benim ayağıma gelecek”. Kadın yalvarır, yakarır, “Yapma bey, etme bey… Bak geldi, kalk alalım ne olursun”. Yok, çoban laf anlamaz! Karısına döner ve “Git, bana arkadaşım Ali’yi çağır”.
Ali gelir ve Ali’ye durumu anlatırlar. Sabah erkenden kadınla Ali gidip küpü alacaklardır. Lakin arkadaşı Ali, plana uymaz ve de dostluğa sığmaz bir plan yaparak geceden gidip küpün başına çöker. Ali küpün kapağını açar; açar ama bir anda yüzlerce arı fırlar küpten dışarı, Ali’nin yüzünü, gözünü şişirirler. Ali çok kızar, “Bana tuzak hazırladınız ha” diyerek küpün kapağını kapatıp hızla çobanın evinin yolunu tutar. Çobanın evine gelen Ali, evin çatısına çıkarak çobanın yattığı odanın bacasına gelir ve “Alın size altın nasıl oluyormuş” diyerek küpü bacadan içeri fırlatır. Odanın içinde bir şangırtı kopar. altınlar çobanın ayaklarına saçılmaz mı? Çoban yattığı yerden fırlar, sevinçle bağırarak “Sana ne demiştim hanım, sana ne demiştim? Hasta kurda kısmetini gönderen Rabbim, bak benim de kısmetimi ayağıma döktü şükürler olsun” diyerek başlamış sevinçten oynamaya.
Eskilerin bir sözü vardır: İnsanlar yeryüzünde hep plan yaparmış, Allah da bunlara yukarıdan bakıp gülermiş.
Kalın sağlıcakla.
(11 Haziran 2008)

8 Ekim 2009 Perşembe

Kartalın Gördüğü

Kartallar uzun yaşayan kuşlardandır. Amerika’nın sembolü de kel kartallardır. Bu kel kartallar çok yükseklerde yaşarlar. Bir gün bu kel kartallardan birine sormuşlar “Sen uzun yaşarsın, biliyoruz” demişler. “Amma velâkin bir sorumuz olacak sana.” “Sorun bakalım” demiş kartal ve sormuşlar; “Bu ahir zaman içersinde, yaşadığın bunca ömürde insanların görmediği ama senin gördüğün bir şey oldu mu?” Kel kartal bir iç geçirmiş, şöyle uzaklara bir bakmış ve “Bakın” demiş. “Çok sene önce idi, o yıl bir karakış yaptı ki sormayın; Bir gece şu karşı ki köknar ağacının tepesine tünemiş idim ve o gece bir kar yağdı, bir kar yağdı, ağacın dallarını kapattı patilerime kadar geldi” demiş ve devam etmiş: “Sonra hava aniden lodosa çevirdi. O gece yağan karlar sabaha kadar eridiler gittiler. İşte bunu, işte bunu” diye iç geçirmiş “İşte bunu hiçbir insanoğlu görmedi, göremedi. Çünkü uykudaydılar. Uyuyorlardı ama ben gördüm” demiş kel kartal. Kanatlarını açarak mavi gökyüzüne doğru uçmuş gitmiş.

Güzel bir hikâye idi değil mi? Bizlerin yaşamında karakışlar vardır. Başımıza yağan karların erimesi için hep lodosun esmesini mi bekleyeceğiz? Yağmurlar nereye yağar, karabulutların dağılması için poyrazın yolu mu kollanır? Sarı Prens nerede? Berlin’de midir, Paris’te midir? Bilinmez! İhtilaller önce kendi evlatlarını yermiş, gitmenin şimdi sırası mıydı? Ya Kara Şahin ne yapıyor? Gidin, tez haber salın varsın gelsin. Hint elinden kumaş getirmenin hiç sırası değil. Meydan gümbür gümbür gümbürdüyor. Bir Yavuz genç çıktı meydana. Mayıs ayındayız ama ben üşüyorum. Işıkları göremiyorum ve ısıtmıyor içimi. Memleketimin Yılmaz bekçisi nerede? Sevinmek istiyorum, ama hep üzülüyorum. Bir türkü dökülüyor dudaklarımdan:

Mevla’m gül diye iki göz vermiş,
Bilmem ağlasam mı, ağlamasam mı?
Dura dura bir sel oldum erenler,
Bilmem çağlasam mı, çağlamasam mı?

Neden Mahsuni gibiler bir tanedir? Bir sürü insan var çevremde ama ben yalnızım. Berlin hüzünlü bir şehirdir. Kanarya kuşu da öyle. İspinozlar neşelidir ama ihbarcıdır, çabuk öterler. Kartallar uzun yaşar, ama düşmanı yanı başındadır. Gittiğin yağmurlarla gel, döndüğünde ıslık çal, ben karşılarım seni elimde kırmızı güllerle.

Gelip geçen baharları,
Üzüm satan hazanları.
Gence kalem kıranları
Yazamadım, yazamadım.
Kötülük seni asla yazmayacağım.

(29 mayıs 2008)