16 Ekim 2009 Cuma

Gece Yarısı - 3

Derin bir sessizlik çökmüştü ortalığa, ilk defa minik şelalenin sesini duydum. Güneş çınarların arasında belli belirsiz artık, akşam olmak üzereydi.
Köylülerin bizden bahsettiğini duyar gibi oldum. Bu arada masalarını oldukça uzağa taşıdıklarını fark ettim.

—Misafir delikanlı da hoşçuna biri, baksana yarım dünya ile bayağı gaynaştılar.

Kahkahalar atıldı, kadehler kalktı şerefimize uzaktan.

Kim bilir ne zamandır yemek yememişti, masaya gelen salata ve keçi peynirlerinin bittiğini fark ettim. Durmadan yüzüme bakıyor beni inceliyordu. Salataya baktığımı fark etti gözlerini kaçırdı. “Üzülme, tekrar söyleriz” ve usulca sordum: “Adın ne?” Dönüp arkadaki köylülere baktı.
—Birazdan minibüs almaya gelir bunları, sonra konuşuruz.

Hiç buralılara benzemiyordu, aksanı da öyle. Yer, yer beyazlamış kızıl saçlar ve deli mavi gözler, küçücük bir burun. Bu etli yüzde kaybolmuş güzellikler olarak gözüme çarpıyordu. Bu arada etlerimiz ve salatamız gelmiş idi. Egenin rakısını pek tutmam ama gece uzun olacaktı. Bir yetmişliğin bildirimini de çoktan içeri vermiştik.

Köyün minibüsü homurdanarak geldi.

—Ülen sarı, serkisof saat gibisin. Gel hele bak burada kim vaa. Talip, sarı geldi. Göğdün mü len? Getir rakısını adamımın.

Meyhanecinin adı Talip’miş, onu da öğrenmiş olduk. Derken, bizimkinin sesiyle irkildim.

—Sevinç, adım Sevinç. Aslen Bursalıyım ve sen ona çok benziyorsun.
—Sevinç ha, peki o kim? Ben kime benziyorum?

Bak, gidiyorlar dediğinde meyhaneci Talip de onlarla yol aldı. Bizden mi kaçtılar, oldular da mı gittiler bilemiyorum. Şimdi minicik bir adada yarım dünya Sevinç ile beraberiz tarifsiz kokular içinde. Kimselere anlatmadığı hikâyesini dinlemeye sabırsızlanıyordum Sevinç ablamızın.

—Hayatımı verdiğim adama çok benziyorsun. O bir siyaset adamı idi, bakandı o.
— Ne bakanı diye sorduğum da espriyi patlattı; güne bakandı deyince gülmeye başladık.
—Tanıştığımızda henüz yirmi iki yaşındaydım. Yeni mezun olmuştum fakülteden, bizim bölgeden milletvekili seçilmiş, iş bulmamda yardımcı olur diye Ankara’ya kadar gitmiş idim. Gidiş o gidiş işte, öncesi sekreterlik, sonra metreslik. Dokuz yıl süren bir aşk hikâyesi. Evliydi, çocukları vardı, arada bir gider sonra yeniden birlikte olurduk. Gezmediğimiz ülke kalmamıştı. Yurt içi, yurt dışı gezilerinde hep yanındayım. Ben de onu sevmiştim. Bir gün eşi öğrenmiş durumumuzu, canı çok sıkkındı onların yanına gitmek üzere o gece yola çıktı. Feci bir trafik kazası, kurtulamadı. Kimsesiz ve beş parasız bir halde ortada kaldım. Kendimi alkole vermiştim. Alkol bulabilmek içinde pavyonlarda çalışmaya başladım. Zamanla oralara da almadılar. İki yıl önce geldim buraya. Tam buraya; senin gibi indim ben de köyün minibüsünden. Hemen her gün gelirim. Yabancılar gelince bakarım yüzlerine acılarını anlamak isterim. Hiç konuşmadan bakarım öylece. Başlarından gideyim diye bir şeyler ısmarlarlar bana. Sen çok bonkör çıktın. Sahi, senin adın ne?

Gece karanlığında bana bir şey göstermeye çalışıyordu. Beraber yemeğe çıktıklarında çekilmiş bir fotoğraf eskimiş, solmuş. İncecik kızıl saçlı, çilli bir kız. İki mavi göz gülümsüyor. Sıkı durun şimdi. Karşısında oturan adam adeta benim. Başkasına göstersem olmadığıma inandıramam

Sarı’nın korna sesiyle uyandım. Bana sesleniyordu. Etrafıma bakındım Sevinç yoktu. Gitmiş. Başka araç bulamayacağımı düşünerek koşarak Sarı’nın minibüsüne atladım. Bana takılıyordu “Yarım dünyayı pes ettirdin ya helal olsun sana. Ya arkedeş, ne anlattın ona o kadar, o hiç gonuşmaz ki”… Ben, ben bir şey anlatmadım koca gece o konuştu, dediğimde yolcular gülmekten kırılıyordu. “Sen akşam bayağı iyi olmuşsun arkedeş, yarım dünya heç gonuşmaz adını dahi bilmeyiz”

Akhisar’a gelmiştik. Minibüsten inerken döndüm ve onlara “Adı Sevinç” dedim. Ben minibüsten oldukça uzaklaşmama rağmen onlar hala inememişlerdi. Şimdi gülme sırası bende idi ve hızla Köfteci Ramiz’e daldım. Tavsiye ederim. Akhisar’a gittiğinizde Ramiz’in köftelerinin tadına bakın.

(27 Temmuz 2008)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder