Serin bir sonbahar akşamı, beş yıldızlı otelin barı tıklım tıklım dolu. Genç adam bara geldiğinde; yıkılmış, hayli üzgün, hayli ağlamaklı…
Ne garip… Barın piyanisti, şarkısını gelen bu genç adam için söylüyordu adeta…
Haydi, vur kendini şaraba öleceksek ölelim.
Haydi, vur! Haydi, vur! Öleceksek ölelim, öleceksek ölelim, ölelim.
Genç adam başını kaldırdığında barda oturan sarışın adamı fark ediyor.
Genç adam hayli üzgün ve hayli ağlamaklı:
—Fark edemedim bağışlayın lütfen. Affetmeseniz de olur, nasıl olsa bu gecenin sonu da olmayabilir.
Sarışın adam, şefkat dolu gözlerle bakıyor genç adamın beyaz yüzündeki kaybolmaya yüz tutmuş siyah gözlerine. Bu gözleri tanıyor ve bu gözlerin gülmesi gerektiğine inanıyor.
Sarışın adam,
—Hey dostum! Seni böyle bu dünyadan vazgeçirecek kadar üzen nedir? Kimdir?
Genç adam, hayli üzgün ve hayli ağlamaklı:
—Ben, evet ben, hatalı olan benim. Sevenlerime vefasızlık ettim, onları çok hesapsız ve umarsız bir şekilde üzdüm. Onların yanında olmaya hakkım var mı?
Sarışın adam, şefkat dolu gözlerle gülümseyerek:
—Haydi, kalk şimdi gidelim. Sen benim dostumsun, seni böyle bırakamam. Bir hal çaresine bakarız elbet.
Ellerinden tutarak genç adamı ayağa kaldırdı. “Haydi, şimdi gidelim, yarın yapacak çok işimiz var”
Kol kola bardan çıkarlarken, piyanist arkalarından son şarkısını okuyordu:
Elimde kandil, gözümde mendil, şefkat arıyorum, dost arıyorum.
Takma kafana arkadaşım. Boza darıdan olurmuş; benimki de bozadan çıkan şefkatli bir hikâye zaten.
(15 Haziran 2008)
16 Ekim 2009 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder