16 Ekim 2009 Cuma

Avcılık Hikâyeleri

Bu yazımda sizlere Ali dayımızdan söz etmek istiyorum. Büyüklerimiz, uzaktan akraba sayılır, derlerdi. Kısa boylu, kilolu ve güleç yüzlü bir ihtiyardı. Ömrü bizlere nasıl iyi bir avcı olduğunu anlatmakla geçti. Rahmetli olduğunda doksanındaydı. Son günlerinde 93 Harbi'nde düşmanla bire karşı on kişi ile nasıl savaştığını anlatmaya başlamıştı. İşte, Ali dayımın avcılık hikâyeleri...
Ali dayım anlatıyor:

Kıtlık yıllarıydı zannedersem; evde yiyecek diye bir şey kalmamış. Meliha yengen almış silahı dikildi karşıma: “Hadi be ya! Çıkasın ormana vurasın bişiycikler (bir şeyler) canları çekildi açlıktan kızancıkların.”

Yengen bu be ya! Bilmez mi nasıl bir avcı olduğumu? Doğru ormana gidersin. Kurfallı, Sinekli köyleri arasındayım. Kar, tipi savuruyor, nereye çıkacak bu havada bu hayvan mahlûkatı? Aklıma kasabaya gitmek geliyor. Hancının bakkaldan üç beş bir şeyler alayım, çoluk çocuk açız, harman sonu veresiye. Gel gör ne araba ne yol ne de bir iz… Ben böyle düşünürken birden bir çatırtı duydum. Ne göreyim? Tam 360 kiloluk (Celep gözüyle gramı gramına) bir domuz geliyor benden yana. Çıkarsın hemencecik bir ağaca, torbadan biraz ekmek parçaladım ağacın altına. Açtır namıssız, koca deyyus, aldı anında kokuyu, tam altıma geliverdi. Ya Allah, Bismillah deyip atlarsın domuzun üstüne, yapışırsın kulaklarına. Öyle bir asılacaksın ki kulaklarına, anlasın sırtındakinin kim olduğunu. Çevirdim yönünü Karasinan yoluna, niyetim oradan Silivri’ye inmek. O çatak senin, bu çatak benim düştük yola. Kavi hayvan be kızanım. Hızlı kaçıyor namıssız, zor zapt ediliyor. Kellesi gelir be ya 100 kilodan fazla. İki saatte indik sülüklü çeşmenin yanına, Silivri’ye giremem ya domuzla. İpi dolarsın ön bacaklarına, bir çekersin; kamyon gibi yan yattı koca hayvan. Yaparsın bir domuz bağı bağlarsın bir güzel, ağzını da bağlayıp üstüne dal parçaları atıp gizledim. Sonra, ver elini çarşı. Bir çuval yiyecek aldım hancıdan, harman veresiye. Geldim baktım, bizim otobüs yatıyor. Çuvaldan çıkardım bir sıcak ekmek, bağladım bir sopanın ucuna. Sarkıtırsın ekmeği burnuna doğru. O, ekmeğe uzana dursun, ben çözdüm ayaklarını atlarsın tekrar sırtına. Yükü ağır ama! Ekmeği yakalayacağım diye eskisinden hızlı kaçıyor. Karasinan bayırında Akören Köyünün otobüsü kalmış, itekliyorlar. Yanlarından rüzgâr gibi geçtim. Arkamdan ses ediyorlar; “Yardım et Ali dayı”… Nafile, durmaz bu kefere almıştır hızını. Eve yüz metre kala verdim ekmeğini, atladım sırtından. Arkasından baktım, 360 kiloluk domuz, kalmıştı sanki 160 kilo. Yirmi gün boyunca kalkamaz yerinden.

Çaylar tazelensin deyince, Ali dayım başka bir hikâyeye geçmenin farz olduğunu anladı.

“Bakın gençler; siz siz olun, mübarek günlerde ava çıkmayın. Hayvan mahlûkatının canını almayın, çok günahtır” diye hokkalı bir nasihatte bulunup; hikâyesine devam ederdi.

Ali dayım:

Vallahi şeker miydi kurban mıydı, tam bilemiyorum. Köy kahvesinde oturuyorduk.

Gençler tutturdu Ali dayı bizi ava götür diye. Yapmayın be, etmeyin be çocuklar günahtır mübarek günde. Size babamların başından geçeni anlatayım dedim. Babamlar, böyle mübarek bir bayram gününde, köyden yedi sekiz kişi ava gidiyorlar Akşam ezanına dek avlanıyorlar. Hava kararırken orman tarafından önce bir çığlık yükseliyor, sonra bir top ateş yuvarlanarak bunlara doğru geliyor. Bunlar canlarını zor kurtarıyorlar. Köye bir geliyorlar ki; hepsinin kızancıkları ateşler içinde yatıyorlar. İşte o kızancıklarından biri de benim. Gençler dinler mi bizi? Salgındır o, tesadüftür o deyip, beni de kandırdılar. Öğleden sonra çıktık. O avlak, bu avlak deyip dolaşırken ben bunlardan ayrı düşmüşüm. Birden, karşıma boz bir ayı çıkmasın mı? İki ayağının üzerine kalkmış üzerime doğru geliyor. Boyu tam üç metro, kilo desen rahat bir 740, 745 var. (Celep ya, 5 kilo yanılma payı bırakıyor. İkinci karşılaşmada tam kiloyu çıkarır aslında) Benim çakaralmazı tam anlına doğrulttum. Evet, çaktı ve almadı ya namıssız. Çok çeviğim o zamanlar. Ben ağacın tepesindeyim, ayı aşağıda uzanmış bekliyor. Burası orman, hiç acelesi yok. Ulan ben ne yapayım ne yapayım derken, aklıma sırt çantamdaki çakmak benzini geldi. Ayının sırtına yavaşça döktüm. Ayı şöyle bir “Boşuna bu çırpınışlar” der gibi baktı bana. Mendilimi benzinleyip tutuşturdum ve ayının üzerine bırakıverdim. Aman Allah o ne çığlık? Ayı, aldı kendini doğru göle. Ben de atladım ağaçtan, hızlandım köye. Gölün kenarından geçerken, ayı kendini serinletiyordu. Beni görünce kafasını suyun içine soktu. Utandığından mı, yoksa korktuğundan mı bilemiyorum. Gölün karşı kıyısına vardığımda ağaçların arasında dua okuyanları, namaz kılanları gördüm uzaktan. Yaklaştım ki; bizim gençler. Önce ben de anlayamadım. Ne oldu be ya haylazlar, ne bu namaz, bu dua etmeler bu saatte diye sordum. “Sen görmedin mi be Ali dayı? Bir top ateş üstümüze yuvarlanarak geliyordu. Biz buraya geçince o karşıda kayboldu” Sen anlattıydın ya; babangiller de görmüş bunu. Tir tir titriyorlardı. Asıl korkuları evdekilere bir şey olmasıydı. O yüzden namaza durmuşlar. Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Mübarek günde ava çıkmayacaklarına dair yemin ettirdim keratalara. Yıllar sonra da anlattım gerçeği bunlara ama inandıramadım.

İşte, Ali dayım böyle bir adamdı. Allah rahmet eylesin.


(12 Ekim 2008)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder